Koskoca yemyeşil bir vadinin en uç noktasında, tüm manzaraya hâkim bir konumda, ayakta duruyorsun.
Sanki ileri doğru bir adım atsan uçsuz bucaksız bir orman denizi seni tüm kucaklayıcılığıyla kabul edecek, ama dalların sıklığından havada asılı kalacakmışsın gibi...
Her bir ağaç tek ve özgürce göğe doğru yükselirken, birlikte sapasağlam bir aile gibi kök salmış…
Ağaçların dalları da kökleri gibi iç içe, rüzgârda dingin ama dalgalı bir deniz gibi dans ediyor.
Dalların hepsi farklı şekillerde büyümüş; her biri, kabuğun ilerlemeye izin vermediği yeri zorlamadan, vakti geldiğinde vakur biçimde bükülerek uzamış. Farklı yönlere doğru sonsuz bir patika oluştururken hiç beklenmedik bir sırada tomurcuklanıvermiş…
Öyle ki, ağaçlardan birinin gövdesinden bakmaya başlayıp, herhangi bir dalının en ucuna kadar kesintisiz takip etmek istesen, yapamazsın…
İşte böyle bir vadi düşün. İçinde 300 farklı türden milyonlarca ağaç nefes alıyor. Onlara 172 farklı türde binlerce kuş, 33 türde yüzlerce memeli ve 15 türden kertenkele ve sürüngen eşlik ediyor. Vadinin ortasından kıvrılarak süzülen nehir, tüm yaşamın akışını belirliyor…
Fotoğrafta Soluklaşan Hayatlar
Hikâyemiz, Brezilya'nın küçük kasabası Aimores'teki büyük bir aile çiftliğinde başlıyor…
Yedi kız kardeşin arasında büyüyen Sebastião, 1959'da 15 yaşındayken çiftlikten ayrılır ve yatılı okulun olduğu kıyı kenti Vitória'ya gider. Burada, mimarlık eğitimi alan Lélia ile tanışır.
1960 ortalarında Brezilya çok hızlı bir şekilde sanayileşiyordur. Fabrikalar büyür, gemiler limanı doldurur. Sebastião ve Lélia, kırsal kesimden gelen göçmenlerin yeni ekonomik piramidin en altına düşerek ezilmesine tanıklık ederken, kendilerini askeri diktatörlüğe karşı sol hareketin içinde bulurlar. Yıllar içinde hükümetin baskısı derinleştikçe arkadaşları ve yoldaşları tutuklanır, işkenceye maruz kalır, kaybolur.
Çift 1967’de evlenir, 1969'da Brezilya'dan kaçar ve Sebastião’nun ekonomi alanında doktora programına başladığı Paris'e yerleştiler. O sırada Lélia, mimari ve şehir planlama üzerine çalışmaktadır. Ardından Sebastião’nun tezini yazması ve çalışmak için Londra’ya geçerler.
İlk olarak 50 milimetre lensli bir Pentax Spotmatic II kamera satın alan Lélia olur. Bununla mimarlık çalışmaları için binaların fotoğraflarını çekmeyi planlıyordur.
Ancak günler içinde Sebastião onunla oynamaya ve fotoğrafa merak salmaya başlar. İlk fotoğrafı bir pencere kenarında oturan genç Lélia'ya aittir.
Sebastião kısa süre sonra bir karanlık oda kurar ve 1973'te bir pazar günü Hyde Park’ta göl üzerinde Lélia ile bir sandalda iken, fotoğrafla hayatını kazanmak için ekonomiyi terk etmeye karar verir.
Tam bu sıralarda Dünya Bankası'ndan kendisine prestijli bir iş teklifi gelmiştir. Ancak Sebastião’nun fotoğrafları, kendisinden yazması beklenen sıkıcı raporlardan çok daha fazlasını anlatıyordur ona göre. O ve Lélia, maaşından, çok sevdikleri Triumph marka spor arabalarından ve Londra’daki güzel dairelerinden kararlı bir şekilde vazgeçerler ve birlikte atılacakları bu yeni maceraya yelken açarlar.
Tekrar Paris'e döndüklerinde, duşu olmayan bir daireye taşınırlar ve Sebastião yerel bir dergide işe başlar. Bu dönemde; şehrin kenar mahallelerine giderek Kuzey Afrika'dan gelen göçmenlerin yaşamlarını belgeler, ardından Fransa'nın kuzeyinde kömür madenlerinde çalışan Polonyalı göçmenleri fotoğraflar.
Fotoğrafları beğenilmeye başlanan Salgado çok geçmeden, dünyayı dolaşarak sosyal hayatı daha geniş bir perspektifte belgeleyemeye başlar. Birbirinden farklı projeler kapsamında Nijerya, Mozambik, Somali, Avustralya, Bangladeş, Bolivya, Kuveyt, Meksika, Ekuador, Peru, Bolivya ve daha birçok yeri gezer.
Fotoğraf kariyerinin ilk yirmi yılını dünyadaki insan mücadelesinin durumunu görüntülemeye adar.
Beş kıtada işçilerin ve göçmenlerin sefaleti, savaş, soykırım ve kıtlığa tanıklık eder.
1980’lerin ortalarında Brezilya’da diktatörlüğünün çöküşünden sonra, Salgado çifti güvenli bir şekilde eve dönebildikleri zaman Sebastião, kahve, tomruk ve maden şirketleri tarafından el konulan tarım arazilerini geri kazanmak isteyen köylüleri ve harap olmuş yaşamlarını fotoğraflamak için Amazon'un derinliklerine girer.
Orada 50.000 işçinin devasa bir çukurdan çıkabilmek için verdikleri sonuçsuz çabalara şahit olur.
1990’larda ise siyasi çatışmanın yoğunlaştığı Etiyopya'daki kıtlık, yoksulluk ve yaşamla ölümün en yakın olduğu anları ölümsüzleştirir. Afrika boyunca sınır tanımayan doktorlarla birlikte onlarca mülteci kampını ziyaret eder. Etiyopya'dan Sudan'a sürülen onca insanın, hükümetin adaletsiz politikaları nedeniyle açlıktan kırıldığına şahit olur.
Temmuz 1994'te iki milyon Hutu mültecisi Ruanda'dan Kongo'ya kaçarken koleradan her gün 15.000 kişi ölmektedir. Salgado oradadır. Bir kepçenin dişlilerinden sarkan cesetleri ve onları toprakla kapatan buldozer görüntüsünü işte orada yakalar.
Tanzanya sınırında, Akagera Nehri'nde yüzen düzinelerce cesedi izler.
Yol kenarlarının insan cesetleriyle dolu olduğu manzaralara tanıklık eder.
Masum sivillerin ormana sıkıştırılıp katledildiği ya da ölüme terk edildiği görüntüler, deklanşöre basarken eli titreyen Salgado'yu derinden etkiler.
Dünya’nın bir diğer tarafına Yugoslavya'ya gider, orada Hırvat ve Sırp güçleri tarafından Srebrenitsa’da gerçekleştirilen vahşetin fotoğraflarını da kaydeder.
Yıllarca, farklı coğrafyalarda yaşanan bu açlık, sefalet, savaş ve vahşet onu o kadar derinden sarsmıştır ki, özellikle Ruanda’dan döndükten sonra fiziksel ve ruhsal olarak çökmüş durumdadır. O kadar ki, idrarı artık kan kırmızısı akmaktadır.
Salgado, bu yaşadıklarını "Bizler vahşi birer hayvanız. Biz gaddarız... Tarihimiz bir savaşlar tarihi. Bu sonu olmayan bir hikâye. Nasıl korkunç bir tür olduğumuzu anlamak için herkesin Kongo ve Ruanda görüntülerini görmesi gerek" diye ifade ediyor.
İnsanlığın kurtuluşuna dair umudunu kaybettiğini söyleyen Salgado şöyle devam ediyor: "Artık hiçbir şeye inanmıyordum. Bir tür olarak insanoğlunun kurtuluşu olduğuna inanmıyordum. Gördüğüm bir şeye ağlamak için kameramı kaç defa yere bıraktım bilmiyorum. Bu insanoğlunun batabileceği en derin yerdi…"
İnsanlık adına umudunu yitiren, tüm bedeni ve ruhu yaralanmış olan Sebastião fotoğrafçılık tutkusuna ara verir.
Çok geçmeden eşi Lelia ile birlikte, babasının Aimorés'teki kurak çiftliğine yerleşir. Ancak 1994 yılında çiftliği ilk ziyaretlerinde, çocukken dehlizlerinde oynadığı büyülü ormandan hiçbir şey kalmadığını keşfettiğinde şok olur; bir zamanların bereketli toprakları kurumuş, ağaçların ve vahşi yaşamın yok olduğu çıplak bir çöle dönmüş, adeta kabuk bağlamıştır.
Arazide bir zamanlar 10.000 büyükbaş hayvanın otlayabileceği otlaklar bulunurdu, sayısız domuza ev sahipliği yapıyordu ve hayvancılık, pirinç ve şeker kamışından 30 aileye yiyecek kaynağı sağlıyordu. Ancak zaman geçtikçe yoğun hayvancılık, ormansızlaştırma, kuraklık ve erozyon yüzünden çiftlik de tüm bölge gibi kurumuştu. Önceden onlarca hayvanın tek bir hektar üzerinde yeterli yiyecek bulabildiği bir yerde, artık her ineğin birden hektardan fazla meraya ihtiyacı vardı. Buna ek olarak, Afrika'dan ithal edilen ve hızlı büyüyen bir ot yerli türlerin yerini almış, su debisi düşmüş ve yıllık yağış miktarı zamanla metrekare başına 1.200'den 600 milimetreye düşmüştü.
"Bu toprak parçasını miras aldığımızda, benim kadar yaralıydı," diyor Salgado. "Bir zamanlar, ben çocukken, ekolojik bir vaha olan bu çiftlik tropikal bir ormandı, ben cennette büyüdüm. Ama şimdi sadece arazinin sadece %5’i ağaçlık…”
İşte o anda, Lélia'dan bu vadiyi tekrar ağaçlandırma fikri gelir. Bu ilk bakışta “acı çeken bir ruha yardım” gibi görünse de, Lélia araziyi iyileştirme teklifinin aslında kocasını iyileştirme çabası olduğunu reddediyor, bu fikrin tamamen doğal ve içgüdüsel olduğunu söylüyor.
Ama işin gerçeği, Lelia'nın bu fikri Sebastião’yu düştüğü manevi boşluktan da çıkartacaktır aynı zamanda…
Cenneti Yeniden İnşa Etmek
Bir fikirle 1998’de başlayan bu yolculukta Salgado çifti, önce istilacı otlara elle ve metal aletlerle saldırmaya alışkın iki düzine işçiyi işe alırlar, ardından önce toprağı anlamak ve vadiyi en verimli şekilde yeşillendirmek için mücadeleye başlarlar. Bu amaçla kurdukları Instituto Terra bünyesinde hem çiftçileri eğitir, onlara istihdam sağlar, hem de kapı kapı gezerek fidan bağışı toplamaya çalışırlar.
1999'da yağmurlar geri döndüğünde, vadide ilerlemeye başlarlar, fideleri yaklaşık on fit arayla, hektar başına 2.000 ağaç yerleştirirler. İncir türleri, uzun yapraklı ardıçlar, ateş ağaçları ve diğer baklagillerin hızlı büyümesi ve genç ölmesi gerekiyordu. Bu ilk aşama, doğaya gölge sağlar, nemi hapseder, kuşlara ve böceklere barınak sağlar, tükenen azotu geri kazandırarak toprağın iyileşmesine yardımcı olur. Pek çok bakliyat, nitrojeni atmosferden sabitlemekte iyidir, öldüklerinde ve ayrıştıklarında onu toprakta bırakır.
Sebastião, "Bebek büyütülmek ister" diyor. “Ona yürümeyi, konuşmayı öğretmelisin ve sonra onlar kendi başlarına okula gidebilirler. Ağaçlar da aynı. Onları bir süre yakın tutmalısın. "
İlk ekimden sonra fidelerin sadece beşte üçü toprağa düşer. Nerede yanlış yaptıklarını çözer ve yeniden odaklanırlar: bu sefer 40.000 ağaç hayatta kalmıştır. Her yıl tekniklerini geliştirerek 3. yılı sadece yüzde 20 kayıpla kapatırlar. Ateş yolları inşa eder, inatla istilacı otlarla savaşır ve yaprak kesici ordularını uzak tutmak için karınca yemi kullanırlar.
Sebastião’nun çocukken oynadığı derenin hayata dönmesi için on yıl uğraşırlar. Dere kenarını doğru şekilde ağaçlandırarak yağmuru ve yüzey akışını yakalayıp vadideki ağaç köklerine yönlendirirler.
Tüm bunları yaparken zaman zaman kaynaksız kalırlar. Ama yılmazlar. 2005 yılında Instituto Terra'nın paraya ihtiyacı olduğunda, Sebastião gözü gibi baktığı Leica M7 model makinesini müzayedeye çıkararak, buradan elde ettiği gelirle 30.000 ağaç diker.
Bu kadar emek ve adanmışlık sonucu, Brezilyalı bir doğa fonu, bir kozmetik firması, İspanya ve İtalya'daki eyalet hükümetleri ve Kuzey Amerika'daki vakıflar ve bireyler de dahil olmak üzere bağışçıların güvenini kazanıp, vadideki yeşil alanı her yıl daha da arttırırlar.
Ve bu mücadele inanarak, öğrenerek, gelişerek bugünlere gelir…
20 yıl önce çiftçilerin susuzluktan acı çektiği bu bölgede şimdi Instituto Terra, fidanlarının çoğunu, kısmen kaybolan su kaynaklarını geri kazanmaya yardımcı olmak için ormanları yeniden oluşturmak isteyen çiftçilere teslim ediyor. Enstitü ayrıca gençlere sürdürülebilir ormancılık hakkında eğitimler veriyor, böylece gençler kendi aile çiftliklerinde ağaçlık alanların yenilenmesine yardımcı olabiliyorlar.
Bir çiftlik evinin duvarındaki posterdeki uydu fotoğrafları, 1999'da fotoğrafçı Sebastiao Salgado ve eşi Lelia Wanick tarafından kurulduğundan beri, 700 hektarlık (1.750 dönümlük) koruma alanında yıllar içinde meydana gelen değişiklikleri açıkça göstermektedir.
Salgado: "Vadi 2000 yılında, bir parça kahverengi kirden başka bir şey değildi. Altı yıl sonra, tepeler ağırlıklı olarak yeşildi ve 2012'de yemyeşil bir Atlantik yağmur ormanı örtüsü vardı."
Instituto Terra'nın yönetici direktörü Isabella Salton, “Başarıyı, kuru kaynakların tekrar köpürmesi, ormanın ve hayvanların geri dönmesi gerçeğiyle ölçüyoruz" diyor. "Toprak ve doğa, vahşi yaşam için ne kadar uygun hale gelirse, hayvanlar o kadar çok ortaya çıkmaya başlar. Burada kuşlar, memeliler, sürüngenler, amfibiler, her şeyi bulabilirsiniz. Nesli tükenmekte olan türleri burada çiftlikte bile bulabilirsiniz."
Bugüne kadar vadi ve çevresindeki yaklaşık 7000 dönümlük alana, 4 milyondan fazla fidan ve yerli bitki dikildi ve hepsine büyük özen gösterildi.
Bölge 20 yıl içinde olağanüstü bir şekilde gelişti, orman ve yaban hayatı geri döndü.
Eski sığır çiftliği şimdi özel doğa koruma alanı olarak yüzlerce flora ve fauna türüne ev sahipliği yapıyor.
Orman alanı, 300 farklı ağaç türüne ek olarak, çoğu yok olma tehlikesi altındaki 172 kuş türü, 33 memeli türü ve 15 kertenkele ve sürüngen türü sıfırdan yeniden oluşturulmuş bir ekosistem olarak geri döndü.
Beklendiği gibi, bu orman restorasyonunun ekosistem ve iklim üzerinde de büyük etkisi oldu.
Bölgeye bitki ve hayvanların yeniden gelmesi, kuraklığa eğilimli bölgedeki kurumuş su kaynaklarını canlandırdı ve yerel sıcaklıkları olumlu yönde etkiledi.
Özetle, Salgado’nun doğaya odaklanması, dünyaya ve insanlığa olan umutlarını yenilediği gibi, tüm canlıların yaşam umutlarını yeşertmeye devam ediyor. ,
"Sona ermekte olan bir hayatın ne kadar güçlü ve zarif bir şekilde geri dönmeye başladığına şahit olurken, ileriye doğru bir yol olabileceğine, gezegenimiz için umut olabileceğine inanmaya başladım…" diyen Salgado, vadinin eski hale dönmesiyle birlikte tekrar fotoğrafa dönmüş ve geleceğe birer belge bırakabilmek adına Dünya'nın farklı yerlerinde doğanın bugünkü hallerini fotoğraflamaya devam ediyor.
İşte bu vadi, bir acıdan güç bularak bir umut üretilebileceğinin yaşayan kanıtı. Fotoğrafçı Sebastião Salgado ve eşi Lélia tarafından kurulan bir hayalin vücut bulmuş hali.
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü'ne göre 1990 yılından bu yana neredeyse Güney Afrika büyüklüğündeki 129 milyon hektarlık ormanlık alan dünya üzerinden silindi.
Her yıl Panama büyüklüğünde (75.000 km2) yeşillik alan kayboluyor.
Gezegene zarar veren tüm sera gazı emisyonlarının yüzde 15'i ormanların azalmasından kaynaklanıyor.
Kendileriyle birlikte birçok canlıya da ev sahipliği ormanların azalmasıyla sayısız hayvan türü doğal yaşam alanını kaybediyor...
üStü.Kalsın.
Nisan 17, 2021
İstanbul
KAYNAKÇA
Comments