Toz bulutları ve devasa kayalar uzun zamandır olduğu gibi Güneş’in etrafındaki uzay boşluğunda serbest salınım halindeydiler. Derken bu kayalardan bazıları çarpıştı. Çarpışmanın çekim kuvveti öylesine güçlüydü ki, çevrelerindeki diğer kaya ve nesneleri adeta vakum etkisiyle kendine çekerek bir gezegeni, Dünya’yı oluşturdular (4,5 milyar yıl önce)
Ardından, tek hücreli mikroorganizmalar ortaya çıktı. Dünya’da ilk yaşam belirtisi böyle başladı (3,8 milyar yıl önce)
Tabi, yaşamın devam edebilmesi için enerjiye ihtiyaç vardı. Bazı mikroorganizmalar basit moleküllerden şeker yapmak için, güneş ışığından gelen enerjiyi kullanmanın bir yolunu geliştirdiler. Böylelikle ilk fotosentez yapılmış oldu (3,4 milyar yıl önce)
(Ancak bugünkü yeşil bitkilerden farklı olarak, ilk fotosentez yapan organizmalar atık ürün olarak oksijeni serbest bırakmadı, bu nedenle havada henüz oksijen yoktu)
Bundan bir süre sonra, Dünya üzerindeki kayalar yer değiştirmeye başladı. Bu tektonik hareketler ile (bugün bilinen halinden çok farklı olsa da) kıtaların oluşumu başladı (3 milyar yıl önce)
Derken, güneş ışığını kullanarak, karbondioksit ve sudan şeker üretmeye başlayan birtakım bakteriler, atık ürün olarak oksijen yaymaya başladılar ve atmosferik oksijen oluştu (2,4 milyar yıl önce)
(Muhtemelen bu ilk oksijen, sera gazı metanını havadan sıyırarak tüm Dünya’nın kısa süre içerisinde ilk kez donmasına ve ilk buzul döneminin yaşanmasına sebep oldu)
İlk organizmalar karmaşık hale gelerek, tüm hayvan ve bitkilerin temelini oluşturan çok hücreli yaşamı başlattılar (2 milyar yıl önce)
Çok hücreli yaşam eğlenceli gelmiş olacak ki, bazı organizmalar bölünmektense birleşmeyi tercih ettiler ve Dünya’daki ilk seks gerçekleşti (1,2 milyar yıl önce)
Böylece hareketlenmeye başlayan Dünya, bir süre sonra donarak tekrar bir kar topuna dönüştü ve ardından ilk kompleks organizmalar ve hayvanlar ortaya çıktı (700 milyon yıl önce)
Dünya rengarenk bir çiçek demeti gibi açılmaya başladı. Hem hayvanlar hem bitkiler açısından biyo-çeşitlilikte büyük bir artış yaşandı (500 milyon yıl önce)
Önce sürüngenler ortaya çıktı, ardından dev volkanik patlamalar meydana geldi ve bu canlıların büyük bölümü yer yüzünden silindi. Dünya tekrar silkinerek kendine geldi, dinozorlar ve ilk memeliler sahneye çıktı (250 milyon yıl önce)
Harala gürele yaşam devam ederken, devasa göktaşları Dünya’ya düştü. Dinozorlar ve birçok büyük canlı yok oldu ve nesilleri tükendi (65 milyon yıl önce)
Hayatta kalan ve bunu fırsat bilen memelilerden bazıları, ilk primatları (devamında bu primatlar evrimleşerek maymunlara dönüşecekti) oluşturdu (55 milyon yıl önce)
Ve ilk (eski dünya) maymunlar Afrika’da ortaya çıktı (25 milyon yıl önce)
Şimdi diyeceksiniz ki, bunca zaman ne olaylar ne olaylar olmuş. Bunlara şahit olacak hiç mi insan yoktu. Gerçekten de İnsan hala ortada yok…
Gelin İnsan’ın ortaya çıkışını zamansal olarak akıllarda daha iyi canlandırmak adına, buraya kadarki zamanı 24 saatten oluşan bir gün olarak düşünelim:
Sizce, gece 00.00’da başlayıp, bir sonraki gece 00.00’da sona eren bu 24 saatlik Dünya tarihinde insan ne zaman ortaya çıktı?
Dünya gece 00.00’da oluştu ise;
İlk yaşam (tek hücreliler) sabaha karşı saat 04:00’de ortaya çıktı (3,8 milyar yıl önce),
İlk seks akşamüstü 18:35 civarı yapıldı (1,2 milyar yıl önce güzel bir gün batımında :),
Dinozorların Dünya sahnesine çıkması akşam saat 22:56’yı buldu (250 milyon yıl önce) ve saat 23:39’da nesilleri tükendi (65 milyon yıl önce).
Saat neredeyse gece yarısı, çoğu için yatma vakti geldi bile. Peki neden hala insan ortada yok?
İnsanın ilk formu olan “homo” türü (Homo gautengensis) saat 23:58:43’de görülmeye başlandı (2 milyon yıl önce).
Ve modern insan olan homo sapiens’in, yani bizim ortaya çıkışımız ancak 23.59.56 da gerçekleşti. Yani sadece 4 saniyedir buradayız (200 bin yıl önce).
24 saatlik bir gününüzü düşünün. Saatler boyu uyuduğunuz, çalıştığınız, okuduğunuz, toplantılar yaptığınız, arkadaşlarınızla buluştuğunuz, yemekler yediğiniz, televizyon seyrettiğiniz, instagram’da gezindiğiniz, yollarda geçirdiğiniz zamanları düşününce 4 saniye nedir ki? Sadece derin bir nefes…
Ancak nefes deyip geçmeyin. İnsan bu derin nefeste, Dünya’ya egemen oldu. Göçlerle Dünya’nın farklı yerlerine yayıldı, karşılaştığı diğer canlılarla mücadele etti, sonrasında da uzun süre avcılık toplayıcılıkla yaşamını idame ettirdi.
Ardından nüfus artmaya, insan alet kullanmaya ve artan nüfusu besleyebilmek ve stok yapabilmek için avcı toplayıcı anlayıştan yerleşik anlayışa geçildi.
İşte yeryüzünde tarım o zaman başladı (11,500 yıl önce)
Sonra insan büyük uygarlıklar kurmaya ve tarihini kayıt altına almaya başladı (5-6 bin yıl önce)
Kısa zamanda hızla ivme kazanan insan Sanayi Devrimi’ni gerçekleştirdi (250 yıl önce)
İnsan yerinde duramadı ve ilk nükleer bomba denemesi ile atom gücünü kullanmaya başladı (75 yıl önce)
Şu an Dünya üzerinde 8 milyar insan yaşıyor. Dünya’daki en vahşi tür.
Jeolojik Zamanlara Ayrılmış Dünya Tarihi
Gezegenimizin 4,5 milyar yıllık geçmişi, başından geçen olaylar, canlı-cansız var oluş ve yok oluşlar, jeolojik (volkanlar, depremler, vb) ve klimatolojik (iklimsel değişmeler) hareketler ve bu olayların bıraktığı izler, tortul kaya tabakalarının içindeki fosil kayıtlarının incelenmesiyle anlaşılmıştır. Bu kayıtlardan yola çıkarak Dünya tarihi, jeolojik çağlara ayrılmıştır. Bunlardan sonuncusu, içinde yaşadığımız Holosen çağıdır.
Holosen, günümüzden yaklaşık 11.000 bin yıl önce genç buzul çağının bitişiyle başlamıştır. İklim koşullarındaki elverişlilik ile beraber insan türünün tarıma ve mevcut yerleşik hayata geçiş yaptığı son jeolojik devredir.
Dünya’nın başlangıcından itibaren yerkürede jeolojik temelde olup biten her şey, onun üzerinde bulunan varlıkların kaderini oluşturur. İnsan da Pleistosen devresinde ortaya çıkmış ve son buzul çağının bitişiyle başlayan Holosen’e geçiş aşamasında biyolojik ve kültürel olarak yeni yaşam koşullarına göre bir var olma dinamiği sergilemiş bir canlı türüdür.
Fakat Holosen Çağı daha çok genç. Henüz kaya tabakaları içindeki kayıtları inceleyip, (önceki dönemlerde olduğu gibi) yeni bir jeolojik devreye geçildiğini bilimsel olarak gösterebilecek zaman geçmemiş ve gerekli koşullar oluşmamıştır. Kısaca, kayaç kayıtları tamamlanmamıştır.
Ancak bir sürpriz olmuş ve koskoca günde henüz son 4 saniyede ortaya çıkmış bir tür, yeni bir devreye geçildiğini iddia ettirecek kadar ileri gitmiştir: Antroposen
Peki nedir Antroposen?
Anthropos, Yunanca İnsan. Antroposen İnsan Çağı.
Henüz 1900’lerde tartışılmaya başlanan Antroposen terimi 2000’lerin başında Bilim insanları Paul Crutzen ve Eugene F. Stoermer tarafından bilimsel literatüre sokulmuştur. Crutzen’e göre Antroposen; içinde bulunduğumuz jeolojik devir olan Holosen’den çıkmakta olunduğuna ve bu çıkışın büyük ölçekte insan etkileri sebebiyle olması; insanın küresel çapta belirleyici gücü olan, biyolojik, kimyasal ve jeolojik bir aktör haline gelmesi olarak tarif edilmektedir.
Yani 4,5 milyar yıldır Dünya’nın tarihini ve kaderini belirleyen jeolojik ve iklimsel hareketler yerine henüz “yeni bitme” bir türün Dünya’nın jeolojisini ve geleceğini belirlemesi…
Kısaca Antroposen, bugüne kadar jeolojik, iklimsel ve biyolojik olarak belirlenen Dünya üzerindeki yaşamın, artık insan tarafından – antropolojik olarak belirlenmesiyle başlayan çağa verilen isimdir. Doğanın tam anlamıyla insan güdümüne girdiği, yeni ve ürkütücü bir jeolojik aşamayı simgeler.
“Doğa artık insan tarafından avlanan, hizmet etmeye mecbur ve köle yapılması gereken bir şeydi. O bilim insanına direnirken, bilim insanının görevi doğanın sırlarını söküp atmak için ona işkence etmekti.”
Francis Bacon
Antroposen ne zaman başladı?
Antroposen’in başlangıcı konusunda farklı görüşler vardır.
Bazı bilim adamları bu dönemin başlangıcını tarımsal faaliyetlerin başlamasına yani 11,500 yıl önceye dayandırır. Onlara göre insan tarımsal faaliyetlerle birlikte ormanları ve doğayı tahrip etmeye başlamış, yeryüzünü etkilemiş, bazı hayvan ve canlı türlerinin yok olmasına neden olmuştur.
Kimileri ise bu dönemin, dünyayı daha hızlı ve sistemli bir şekilde etkileyebilen büyük uygarlıkların kurulmasıyla başladığını iddia etmektedir.
En yaygın olarak benimsenen görüş ise, bu dönemin Sanayi Devrimi ile yani 18. yüzyıl sonlarına doğru başladığıdır. Sanayi Devrimiyle birlikte yaşanan teknolojik gelişme ve fosil yakıt kullanımı dünyayı daha önce hiç olmadığı kadar hızlı bir şekilde etkilemektedir. İnsan gücü, artan nüfusu ile doğal kaynakları hızla tüketmekte, yeryüzü tabakası ve doğa üzerinde büyük bir tahrifat yaratmakta, sera gazları ile iklimi değiştirmektedir.
Sanayi Devrimi ile başlayan bu belirgin etki, 1940’lı yılların ortasında atom gücünün ve dolayısıyla nükleer silahların kullanılmaya başlanması ile daha da hızlanmış, bu dönemden sonra kaya tabakalarında belirgin radyoaktif izler bırakılmış, nüfus, tüketim ve küreselleşmenin artmasıyla insanın Dünya üzerindeki etkisi git gide artmıştır. Bu sebeple Antroposen içinde olmakla beraber, 2. Dünya savaşı itibariyle yaşanan döneme “Büyük Hızlanma” (Great Acceleration) dönemi denilmektedir.
Antroposen’de İnsan Etkileri
Peki Antroposen’de ve daha da belirgin şekilde Büyük Hızlanma döneminde insan etkileri yeryüzünü nasıl şekillendirmektedir?
Nüfus artışı, fosil yakıtların kullanımı ve dolayısıyla CO2, NO2 ve benzeri sera gazlarının salınımı, orman ve dağların tahribatı, enerji kullanımının artışı, buzulların erimesi, plastiklerin karasal alanlarda, deniz ve okyanuslarda birikmesi, küresel sıcaklık artışı, biyo-çeşitliliğin azalması, kayaların ve dağların madencilik faaliyetleri, toprağın tarımsal faaliyetler nedeniyle büyük çapta şekil değiştirmesi, kara, hava ve deniz taşımacılığındaki artış ve daha birçoklarının sebebi, insan ve insanın günbegün artan ihtiyaçlarının karşılanmasıdır.
Her ne kadar Türkçesini bulamasam da Sanayi Devrimi sonrası, nüfustan karbondioksit seviyelerine, büyük sellerden kaybolan yağmur ormanlarına kadar yaşanan değişimi geniş bir yelpazede sunan grafiklerdir. Son 250 yıldaki keskin değişimler konusunda fikir verdiğini düşünüyorum.
Daha birçoklarını sayabileceğimiz bu İnsan’ın “yapma, bozma ve yeniden yapma” kudretinin sonuçları, görülen o ki Dünya’nın yer üstü ve yer altı tarihini etkilemekle kalmayıp, bizi geri dönülmesi zor bir noktaya itmiştir. Bu sebep sonuç ilişkisinin kurulmasına neden olan birkaç ana etmeni gelin yakından inceleyim:
Nüfus Artışı
1950 yılından itibaren dünyanın nüfusu 5 milyar kişi artmıştır. 1950 yılında 2,5 milyar olan dünya nüfusu şimdi 8 milyara yaklaşmıştır.
Hızlı şekilde artan (ve bu gidişle daha da ivme kazanacak) dünya nüfusunun taleplerini karşılamak üzere tarım, sanayi ve hizmet sektörleri gibi ihtiyaçların artışı kaçınılmazdır. Bu ihtiyaçlar nedeniyle doğal kaynakların kullanımı artmakta; verim, su kaynakları ve biyo-çeşitlilik azalmakta; katı, sıvı ve radyoaktif atıklarla hava, su ve toprak tahrip edilmektedir.
Nüfus artışı bu döngünün ana besleyicisi ve aynı zamanda ana “bahane”sidir. Bundan sonraki nedenler hep bu kökenden kendilerine dayanak almışlardır diyebiliriz.
Küresel Isınma
İnsan öylesine güçlü ki, Dünya’yı binlerce yıldır yaşanan en sıcak iklim kuşağına soktu.
Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’nin hazırladığı 1,5°C Küresel Isınma Özel Raporu’na göre insanlar, Dünya’nın, sanayi (250 yıl) öncesi döneme göre yaklaşık 1,0°C ısınmasına sebep oldu. Küresel ısınma şimdiden, kuraklık ve seller gibi aşırı hava olayları, buz denizlerinin erimesi ve deniz seviyelerinde yükselme olarak etkilerini göstermeye başladı.
Sera gazı emisyonları mevcut şekilde devam ederse, küresel ısınma 2030 ile 2052 yılları arasında 1,5°C sınırını geçecek (2100 yılına kadar ortalama yüzey sıcaklığı, Dünya'yı 14 milyon yıl içinde olduğundan daha sıcak hale getirecek (3,7°C-4,8°C)). 1,5°C sınırı, sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğu önlemek için kritik öneme sahip. Küresel ısınmayı 1,5°C ile sınırlandırmak, ekolojik sistemler ve yaşam alanları üzerindeki birçok kalıcı etkinin önlenmesi anlamına geliyor.
Bu sınırı geçmemek için küresel emisyonları 2030 yılında (2010 yılına göre) %45 azaltmak ve 2050 yılında net sıfır emisyona ulaşmak gerekiyor. Bu yüzden, tarım, enerji, sanayi, inşaat, ulaşım ve şehirlerde “hızlı ve geniş kapsamlı” dönüşümler yapılmalı.
Rapora göre karbondioksit (CO2), metan (CH4) ve azot dioksit (NO2) gazlarının atmosferdeki miktarları son 800.000 yıllık dönemde hiç olmadığı kadar yüksek bir düzeye ulaşmıştır. CO2 miktarı, temel olarak fosil yakıtlar ve bilinçsiz arazi kullanımından (ormanların ve kayaların yok edilmesi vs.) kaynaklanan salınımlar nedeniyle, sanayi öncesi döneme göre %40 oranında artmıştır. Okyanuslar, atmosfere salınan insan kaynaklı karbonun yaklaşık %30’unu emerek asitlenmiş, bu da atmosferik döngünün en önemli halkalarından olan denizaltı yaşamı etkilemiştir.
Buzulların Erimesi
Küresel sıcaklık artışının beraberinde getirdiği sonuçların en önemlilerinden biri hiç kuşkusuz buzulların erimesidir. Araştırmacılara göre buzulların erimesi, deniz seviyesinin yükselmesine neden olmakta ve birçok kıyı kentini tehdit eder duruma gelmektedir (Su altında kalacak bölgelerin detaylı gösterimi için “Coronavirus ve Doğa” adlı yazımı inceleyebilirsiniz).
1979’da Arktik denizindeki buzul kütlesinin genişliği 7 milyon km2 iken, 2019’da 4.3 milyon km2’ye düşmüştür. 40 yılda 3 milyon km2. Türkiye yüzölçümünün 780.000 km2 olduğunu bilmek, bu yok oluşun büyüklüğünü anlamak için yeterli olacaktır.
Biyo-Çeşitliliğin Azalması
Dünyanın birçok bölgesinde biyo-çeşitlilik ciddi tehdit altında bulunmaktadır. İlerleyen yıllarda küresel ısınmanın yoğun etkisiyle bu tehdidin daha da artması beklenmektedir
1700 yılına göre ortalama tür zenginliği oranının 2000 yılında yaklaşık %30 azaldığı, 2050 yılında ise %40’a yakın oranlarda azalacağı tahmin edilmektedir. Düşünsenize 4,5 milyarlık Dünya tarihinin 300 yılı içinde, bizim dışımızdaki türlerin neredeyse yarısını ortadan kaldırmışız. Müthiş bir başarı!
Plastik
İnsan yapımı bu küçük ama işlevsel ürünler karasal alanlarda oldukça belirgin atık yığınları oluşturuyorlar. Hem sığ hem de derin sularda, okyanuslarda ve deniz yataklarında artık kıtalar oluşturuyorlar. Büyük parçalar halinde bol miktarda bulunuyorlar ve mikro-plastik parçacıklar halinde hemen hemen her yere dağılmış durumdalar. Bunlar hem fiziksel hem de biyolojik süreçlerle, en azından besin zinciri ve yüzeyden deniz tabanına doğru deniz akıntıları yoluyla dağıtılıyorlar.
Nasıl mı? Nasılına “Üç Çocuk Üç Şişe” adlı yazımda değindim.
İşte bu verilerden yola çıkarak Dünya’yı çok kısa zamanda büyük ölçüde değiştirdiğimizi görebiliyoruz. Kentleşme, erozyon, küresel ısınma, deniz seviyesinin yükselmesi, karbon, azot, fosfor ve çeşitli kimyasal elementlerin okyanusları asitlemesi, fauna ve flora kaybı, avlanma, beton, uçucu kül, plastikler ve diğer malzemelerden üretilen sayısız atık…
66 milyon yıldır atmosferde görülen en yüksek karbondioksit seviyesindeyiz.
2014 yılından beri ormanların önemli bir bölümü insanların kullanımı için tahrip edildi. Sadece bu yılın ilk yarısında kaybolan orman alanı 20.000 km2’den fazla.
Yılda 60 ila 100 milyon ton ham madde
yeryüzünden çıkarılıyor.
Tüm bu faaliyetler, son 50 yılda iki kattan fazla artan, sürekli büyüyen bir insan nüfusu tarafından daha da ağırlaşmaktadır. Bu, büyük bir felaketle karşılaşıldığında babaannelerimizin rahatlıkla telaffuz ettiği “ay dünyanın sonu mu geliyor?” sorusunun sorulmasına yol açabilir.
Ancak Dünya’nın sonundan ziyade, belki de “insanlığın sonu mu geliyor?” sorusunu sormamız daha anlamlı olacaktır. Çünkü yukarıdaki jeolojik devirlerde gördüğümüz gibi Dünya ne badireler, ne zorlu ve yıkıcı dönemler atlatmış. Volkanlar, depremler, buzul çağları, gök taşları… Hepsi Dünya üzerinde o sırada yaşamakta olan türlerin bir kısmını ya da tamamını yok etmiş, ama Dünya kaldığı yerden – hem de yenilenerek – devam etmiş. Hala da yerinde duruyor.
Aynı zamanda, belki insanın bir tür olarak ele alınmasını sorgulamak da yerinde olacaktır. Zira insanlık tam olarak ne zaman bir ‘tür’ olarak ele alınmaya başlandı? Ne zamandır bir arada durup, kendimizi ekosistemden ayrıştırarak üst bir sınıfta tanımladık? İnsan gerçekten hayvanların, bitkilerin ve diğer türlerin üzerinde “üstün” bir canlı mı?
Son yıllarda ülke çapındaki siyasi ve ekonomik gelişmelerle birlikte jargona giren “hepimiz aynı gemideyiz” söylemi, içinde bulunduğumuz ve bu yazı kapsamında Antroposen olarak adlandırdığımız çağa bakınca ne kadar gerçekçi?
Orta çağ Avrupası’nda cadı diye yakılan kadınlar; 18. yüzyıl Amerika’sında alınıp satılan köleler; Nesli işgalci Avrupalılar tarafından tüketilen kızıl derililer; zehirli gazlarla, fırınlarda katledilen yahudiler; otelde ateşe verilen aleviler, bu zulmü gerçekleştirenlerle aynı türden mi?
Bırakın geçmişi, şu anda beyaz Amerikalılar tarafından boğularak öldürülen zenci insanlar, o beyazlarla; kadınlar, erkeklerle; varlıklılar açlık sınırındakilerle, geyler ve translar diğer “normal” insanlarla gerçekten aynı türden mi?
Ne zamandan beri ‘insan’ bu kadar kapsayıcı bir tür haline geldi?
Demem o ki, aslında Antroposen ile ilgili mevcut tartışmalarda insanın doğada yarattığı tahribat en ön planda olsa da, bunun yanında en az aynı ilgiyle tartışmamız gereken iki konu daha var; İnsanın ekolojik sistem içinde hiyerarşik olarak kendini diğer canlıların üstünde, en tepe noktada konumlaması; ve İnsan’ın başlı başına bir tür olarak ele alınıp alınamayacağı.
Yani diğer canlıları, habitatı, flora ve faunayı yok etme gücünü kullanırken, herhangi bir vicdani sorgulama yapma ihtiyacı hissetmeyen insanlığın, bu tahribatın sonuçlarına eşit düzeyde katlanacağı fikrinin ne kadar inandırıcı olduğu…
Halihazırda, Dünya’nın en değerli madenlerine sahip olmasına rağmen, çocukları susuzluktan idrar içmek zorunda kalan insanlar olması, bu eşitliğe dair oldukça net bir fikir verebilir.
İşte bu diğer canlılarla aramızda ve kendi “türümüz” içindeki hiyerarşi aslında bizi bu geri dönüşü epey zor olan noktaya getirdi. Antroposen olarak adlandırılan bu çağı “İnsanlar Cehennemi” olarak adlandırmamın sebebi de bu.
Peki buradan dönüş hiç mi mümkün değil? Bence mümkün. Başlattığımız bu hiyerarşiyi, yine biz bozabiliriz. Diğer canlıları ve insanları ötekileştirmeye son vermenin, bize yeni kapılar açmak için zorunlu bir başlangıç olduğunu düşünüyorum. Bu başlangıcı yaptıktan sonra gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.
Madem artık doğa insana tabi ve kaderi onun elinde, tıpkı ateşte olduğu gibi bize karşımızdaki iki seçenekten birini seçmek kalıyor: Yakmak veya ısıtmak, yok etmek ya da yaşatmak..
Ve yaşamak…
üStü. Kalsın.
30 Mayıs 2020
İstanbul
Kaynakça:
Crutzen, Paul J. The “anthropocene”. Springer Berlin Heidelberg, 2006.
Türkeş M., Şen, Ö.,L., Kurnaz, L., Madra, Ö., Şahin, Ü., 2013, “İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNDE SON GELİŞMELER: IPCC 2013 RAPORU” Sabancı Üniversitesi
Atabay, S., Karacasu, M., Koca, C., 2014, “İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ve GELECEĞİMİZ”, Yıldız Teknik Üniversitesi
Ruddiman, William F. “The anthropogenic greenhouse era began thousands of years ago.” Climatic change 61.3 (2003): 261-293
Comments