top of page
Search
Writer's pictureSeren Kutadgu

Ateş ve Buz Adası Izlanda, Buzullar ve Doğa

Updated: Apr 26, 2020

Seyahat Tarihi: 19.02.2019 – 02.03.2019


İzlanda'da 2 haftaya yakın bir süre, (benim baskılarıma rağmen orta yolu bulabilen ortak aklımız sayesinde) yine de oldukça yoğun bir programla görebileceğimiz her doğa harikasını görmeye, yaşayabileceğimiz her deneyimi yaşamaya çalıştık. Ne de olsa, bizim coğrafyamıza (hem mesafe hem iklim anlamında) epey uzak ve sıklıkla ziyaretin (özellikle bütçe açısından) her zaman mümkün olamayacağı, dünyadan izole bir destinasyon.


Atlas okyanusun ortasında, Grönland’ın doğusunda bulunan yüzbin kilometrekarelik bir ada. Hiçbir kıtayla bağlantısı yok, derin okyanus akıntılarının orta yerinde, fırtına ve şiddetli dalgaların içinde çırılçıplak bir ada. Ada kelimesi oldum olası yalnızlık ve dinginliği çağrıştırmıştır bende, ama bu ada gerçekten yapayalnız. Yani öyle ki, dünyanın her noktasından hissedilecek yoğun bir gürültüyle bir anda ada, kayıp kıta Atlantis efsanesindeki gibi okyanusun derinliklerine gömülse, kimse fark etmeden unutulabilecekmiş gibi.


İzlanda’da toprağa bastığınızda aslında çok ince, narin ama iki devasa gücü birbirinden ayırma yeteneğine sahip muazzam bir enerji tabakası üzerinde olduğunuzu hissediyorsunuz. Çünkü sadece metrelerce altınızda, her an hareketlenip toprağın boşluğunu yakaladığı yerde gün yüzüne çıkıp tüm adayı kaplayabilecek bir lav tabakası duruyor (tüm evlerin içi sıcacık çünkü evler ve musluk suları doğrudan yer altından gelen doksan derece su ile ısınıyor), kafanızı kaldırıp baktığınızda ise binlerce kilometrekarelik alanlara yayılan (Vatnajokull 8,000 km2) ve derinliği dört yüz metrelere varan görkemli buzul tabakalarıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Sanki dağların arasından dev nehirler akıp tam denize kavuşacakken saniyeler içinde hava eksi otuz kırk derecelere düşmüş ve o nehirler aniden donmuş gibi. Bu ortamda ateş ve buz’un birbirlerine bu kadar yakın, ancak bir o kadar da dengeli olabildiği bir zemin üzerinde durmak sizi hem ürkütüyor, hem de içinizde öznesini tam olarak tanımlayamadığınız bir hayranlık hissi uyandırıyor.


İzlanda insanı, tüm iskandinav ülkelerde olduğu gibi, köklerini vikinglerden alıyor. Belli ki vikingler delikanlı, özü sözü bir insanlar. Bu samimiyet modern zamanın insanına da yansımış durumda. Avrupa'nın ekonomik olarak gelişmiş bölgelerinde kimi zaman karşınıza çıkabilen snobluktan eser yok. İnsanlar sıcak, rahat ve dost canlısı. Herkes işinde, gücünde ve huzurlu. Adım attığınız tüm alanlarda, restoranlarda, barlarda ilk andan itibaren bu sakinlik size kendini hissettiriyor. Etrafınızdaki kimsenin gereksiz bakışlar ve cümlelerle birbirini yargılamayacağına emin olmanın verdiği rahatlık kısa sürede içinize yerleşiyor. Gözlemlerim ve öğrendiklerimle harmanladığımda, bu sükûnet halinin (az nüfus, yüksek gayri safi milli hasıladan bağımsız olarak) insanların doğayla olan iç içeliği ile doğrudan bir ilgisi olduğunu anlamak hiç de zor değildi.


Zira iki hafta boyunca hem kasabalardaki (Rejkavik de dahil İzlanda’nın herhangi bir yerine şehir demek için İstanbul’u, bırakın İstanbul’u dünyadaki herhangi bir şehri hiç görmemiş olmanız gerekir) insanlarla, restoranlarda çalışanlarla, market ve dükkanlardaki tezgahtarlarla ya da müze görevlileriyle sohbet ettik, hem de İzlanda’nın 4 olmasa da 3 tarafındaki çetin doğa şartlarını gözlemleme imkanına eriştik. Köpüklü ve yumuşak görüntüsüne rağmen on metrelerce yüksekliğe çıkan dalgaların tokatlarıyla keskinleştirdiği dimdik yarlarda yürümek (Arnarstapi), derinliğinin yüz elli metre olduğunu öğrendiğiniz bir buz kütlesinin üstünde ayakta kalmaya çalışmak (Vatnajokull), bırakın altında durmayı, düştüğü yerin yakınına bile yaklaşma şansınız olmayan ürpertici şelalelerin kudreti (Seljalandsfoss, Skogarfoss), yer altı sularının hareketleri dolayısıyla belli aralıklarla patlayıp, sanki insanlarla iletişim kurmaya çalışıyormuş izlenimi veren geysirlerin gizemi (Thingvellir), suyun üzerinde irili ufaklı gemileri andırarak süzülen ve her gün kütlesinin bir parçasını daha sulara teslim eden, buzullardan kopan parçaların yarattığı çaresizlik (Jokulsarlon) – daha da ufak buz parçalarının bir elmas tarlası gibi parıldadığı sisli kumsallardaki bilinmezlik (Reynisfjara), ortasından akan nehir boyunca ilerlerseniz hobbitlerin yaşadığı yemyeşil bir masal ülkesine çıkacağınızı düşündüren kayalık vadiler (Fjadrargljufur), sizi her an içine çekme gücüne sahip olduğuna emin olduğunuz devasa büyüklükte üç kollu bir şelalenin ortasındaki yarığa baktığınızda içinizde uyanan korku (Gullfoss), sizi doğanın gücünü ve değişimini titreyerek kavradığınız bir hayal diyarındaymış gibi hissettiriyor.



Burada yaşayan insanların, yakın bir tarihe kadar (ve azalarak da olsa hala) geçimini, okyanusta yakalayıp, yenilebilir (ve dolayısıyla satılabilir) hale gelmesi için aylar boyu fermante etmek zorunda oldukları köpek balıklarından ve balinalardan sağlayan insanlar olduğunu öğrendiğinizde de, bazı taşlar yerine oturuyor.


Bir an kendi yaşadığınız ve kısa bir süre sonra geri döneceğiniz, şehirdeki yaşamınızı, önceliklerinizi, kaygılarınızı, hesaplamaya çalışırken peşinden sürüklendiğiniz zamanları aklınıza getiriyorsunuz.


Zira burada insanların birincil önceliği (ataları Vikingler kadar olmasa da :)) önce o sert ve yorucu doğada hayatta kalabilmek. Bir yandan her an evlerini yok edebilecek volkan tehlikesini şakaklarında hissetmek, bir yandan da yer altı ve yer üstü kaynaklarını en verimli şekilde kullanarak ve kendi koruma mekanizmalarını oluşturarak doğaya adapte olmak, soğuk ve değişken iklimle hem deniz kenarında hem de içerideki geniş vadilerde baş etme yöntemlerini geliştirmek.


Kısacası, adalıların sıcak iklimlerdeki toplumlar gibi, rahat rahat uzanıp birbirlerini çekiştirmeye, öteki hakkında yorumda bulunmaya çok vakitleri olmamış. Halen daha bu çok soğuk koşullarda, 3'te 1'i buzul, gerisi volkanik tabakalardan oluşan izole bir adanın üstünde mümkün olan en verimli şekilde tarım yapıp, iş gücünün %75’ini oluşturan hayvancılıkla (midilliye benzeyen atlar, köpekbalığı, balina, morina vb) geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar. Bu da, onların dedikodu kazanı yerine, sadece karınlarını doyuran kazanlarla haşır neşir olmalarını sağlıyor. Tabi bu izolasyonla ters orantılı olarak çevre kirliliğinin çok az olması nedeniyle, volkanik toprakların da verimliliğinden aldığı güçle de birlikte, sağlıklı ve besin değeri yüksek tarım ürünleri yetiştirilebiliyor. Bu anlamda İzlanda, çetin koşullar içinde bile kendi kendine yetebilen bir ülke olarak karşımıza çıkıyor.


Buradaki insanların değişen koşullara adapte olma kapasiteleri, gündelik standartları ya da rutinlerinde en ufak bir sapma olduğunda dünyası başına yıkılıp kendini uyuşturucularla sakinleştirmeye çalışan biz şehir insanları için ders alınası nitelikte.


İzlanda'nın doğasına geri dönecek olursak... Bizim için doğanın bu denli farklı, sert ve değişken hallerine tanık olmak, kelimelerle anlatmaya çalıştığınızda çok eksik kalacak, gerçek anlamda algılarımızı farklılaştıran bir deneyim oldu. Sadece 120 metre derinlikte ve 8000 km2'lik bir alana yayılan bir buzulun üzerinde yürümek bile algıda müthiş bir kırılmaya sebebiyet verebiliyor. Donmuş bir su kütlesinin içinde (ice cave) yürürken masmavi buzun içindeki katmanları, donmuş su kabarcıklarını görebilmek; şelalelerden akan suyun, güçlü rüzgarın etkisiyle yukarı! aktığına şahit olabilmek; bulutsuz bir günde arabayla seyir halinde iki buzul dağı arasından geçerken, sadece 10 dakikalık bir zaman dilimi içinde hem yağmur, hem sis, hem kar fırtınasına arka arkaya yakalanabilmek ve yeniden ve aniden güneş ile karşılaşmak (ki bu şoförlük yapan benim için bir Demirbükey üstün sürüş teknikleri dersindeymişim etkisi yarattı); ya da (jaws görünce kaçılacağını öğrenen bir nesil olarak :) köpekbalığının yakalanışını seyretmek ve amonyak kokan etinin tadına bakmak, tam anlamıyla aklımızı başımızdan aldı.


Ama asıl aklı başından alacak olan konu; Ateş ve Buz adası sakinlerinin; hayatını sıcak evlerinde, beton binaların, duble yolların, metrobüslerin arasında sürdüren biz şehir insanlarına verdiği ve hissettirdiği mesaj oldu.


Bu mesaj, başta biz olmak üzere yeryüzünde yaşayan tüm canlıların birbirine bağlı olduğu bir bilinç haline gelmemizi sağladı. Zira gözlerinizle şahit olduğunuz, insan eliyle yaratılan doğadaki değişimin büyüklüğü insanı başka bir farkındalığa taşıyor...



Her ay yüz metrelerce azalan ve hızla denizlere karışan buzullar. Koca buz kütlelerinin arasında her gün daha da büyüyüen yarıklar (crevasse) ve bu yarıkların arasında her gün eriyerek, sel olup toprağa ve denize karışan devasa parçalar... Buzul yürüyüşüne geçmeden evvel rehberimiz, geçen sene aynı tarihte buzulun uç noktasının bulunduğu yerin, şu an bulunduğu yerden 980 metre daha ileride olduğunu söyledi. 365 günde 980 metrelik bir erime. Yani günde 3 metrelik bir erime. Buzulların değişken genişlikleri (devasa vadiler içinde metrelerce ene sahip parçalar) ve en uç kısımlarının bile yaklaşık 20-30 metre derinliğinde/yüksekliğinde olduğunu düşündüğünüzde, eriyen buz kütlesinin hacmini ve boyutlarını daha iyi anlıyorsunuz…


Oraya gidip bu sahneye yakından şahit olunca, her gün, hatta her saat ne kadar azaldığımız gerçeği, hiç izlemek istemeyeceğiniz türden bir gerilim filmi gibi vuruyor yüzümüze.


Burada şehirde çevremize baktıkça, etrafımızdaki beton yığınlarının hızla yükseldiğini görüyoruz. Sanki bir şeyler fazlalaşıyormuş gibi. Ama orada eriyen ve eksilenler, betonların yükselmesinden çok daha hızlı… Ve bu doğrudan geleceğimizle ilgili bir eksilme. Ama öyle hiç göremeyeceğimiz çok uzaklarda bir tarihte değil, birkaç ay, birkaç yıl ve birkaç on yıl içinde fazlasıyla yüzleşeceğimiz doğrudan bir etki bu. Bizlerle, çocuklarımızla ilgili...


İzlandalı bir dağcı olan turuncu pala bıyıklı rehberimiz, bizlerin bireysel çabalarının (su tüketimi, enerji tüketimi, sera gazı salınımına katkı, geri dönüşüm vb.) bu çöküşü önlemekte çok önemli olduğunu, asıl etkinin ise daha yaygın organize çabalarla ve devlet politikalarıyla gerçekleşeceğini söyledi. Elbette bu bizim bireysel farkındalığımızı arttırmamız, doğayı şimdi olduğundan daha çok sahiplenmemize engel olabilecek bir bahane değil.


Önce kendimizin, sonra çocuklarımızın doğaya daha yakın olmalarını sağlayan küçük hamlelerle, büyük bir adım atmamız, kendi adımıza geleceğimize katkı sunmamız mümkün.


Çocuklarımızın eline elektronik aletler verip, koltukta uzanmak ya da restoranda çatal bıçak sallamak ve doğanın ürettiklerini ondan daha hızlı bir şekilde tüketmek üzerine kurduğumuz alışkanlıklarımızı devam ettirmek bir tercih. Ama, birlikte en yakın ormana ya da yeşillik alana gidip, onların yeşille tanışmasını, ağaçlara dokunmasını, böcekleri incelemelerini, yaprakların üzerindeki çiğ tanelerine yakından bakmalarını sağlamak hiç de zor değil…


Hiç ağaca dokunmamış, yaprakları içindeki mucizeye yakından bakmamış, orman kokusunu içinde hissetmemiş bir çocuğun, o ağaçların kesilmesine, toprağın göz göre göre kirletilmesine tepki vermesini beklemek en yumuşatılmış tabiriyle hayal olur. Ancak basit dinamiklerini gözlemleyecek kadar doğada vakit geçiren bir çocuk, daha yaşanabilir ve nefes alınabilen bir dünya umudunu ayakta tutacaktır.


Kısacası bizlerin, yeryüzünde yaşayan ve "düşünebilen" canlılar olarak bu hızlı doğa erozyonunu önlemek ve yavaşlatmak için yapabileceği kısa ve uzun vadede, doğrudan ve dolaylı katkılar, saymakla bitmez. Bunu, hem kendimizin ve ailemizin çevreyle uyumunda, hem sosyal ve siyasal tercihlerimizin bu anlamdaki duyarlılığında her an hatırlamalı. Hala zaman varken, bu zamanı lehimize kullanmalı.


Buzulların üzerindeki turumuz sona erdiğinde, ilk çıkış noktamız olan toprak alana geri döndük. Biz şahit olduğumuz erozyon ve öğrendiğimiz bilgilerin yoruculuğu altında ezilerek çivili ayakkabılarımızı çıkarırken rehberimiz, son vuruşu yaptı ve şöyle dedi:


"Evet buzullar günbegün eriyebilir, tamamen yok olabilir, volkanlar patlayabilir ve her yeri lav kaplayabilir. Ama unutmayın ki doğa, biz olmadan, kendi döngüsü içinde her zaman yaşamına devam edecek. Biz ise, onsuz asla..."


üStü. Kalsın.

20 Şubat 2020

İstanbul


81 views0 comments

Recent Posts

See All

Comments


bottom of page