Bir Çağ Yangını
- Seren Kutadgu
- Aug 6, 2021
- 5 min read
Updated: Aug 7, 2021
Yıl 2021, temmuzun sonu, ağustosun başlangıcı. Manavgat’tan Bodrum’a uzanan bir çağ yangını yaşandı. Ülkem dediğim bu toprakların soluğu kesildi.
Ancak sadece bu feci yangın ve binlerce hektarlık ormanı yakan alevler değil tek başına çağ yangınını oluşturan. Artık kaldırabileceğimizden çok fazla ve dur duraksız üzerimize gelen bu acımasız anlayış…
Öyle acılar çekilmiş ki bu coğrafyada yüzlerce yıldır; belki dönsen yüzlerce yıl öncesine, sorsan karşına çıkan ilk kişiye, der ki bu da bir şey mi? Ama bir şey bizim için, hem de çok önemli bir şey bu yanan canlar. Her gün üst üste yağdırılan bu kötülük yağmuru…
Uğuldayarak, haykırırcasına ve içten içe yanan yüz yıllık ağaçlar
Tutuşan yavrusunu alevlere teslim ederken ağlayan ceylanlar
Hayat mücadelesiyle var olmaya çalışırken evlerinden topraklarından olanlar…
Bu topraklar hep bir kargaşa içinde olmuş. Birileri, diğerleri ile mücadele içinde olmuş her zaman. Gün yüzü görmeyen bu coğrafyada savaş, darbe, ötekileştirme, dışlama, fişleme, yaftalama eksik olmamış üzerimizden. Bir dönem birileri güçlü olmuş, dini, mezhebi, ırkı, kökeni dolayısıyla “öteki” olarak belirlediği diğerlerini ezmiş, zulmetmiş, kapılarını işaretlemiş, dükkanlarını evlerini yakmış, fişlemiş, işkence etmiş, katletmiş.
Sonra o ezilen diğerleri, serpilip gücü ele geçirince, daha şiddetlisi ile cevap vermiş eskinin güçlüsüne. Bu böyle devam etmiş yıllardır, bir kan davası gibi süregelmiş. Öfke hiç dinmemiş, kimse “bana yapılanı ben yapmayayım” “artık bu zulüm bitsin” dememiş. Misliyle karşılık vermiş. Yarası neyse, onu kimin açtığını düşünüyorsa, onda daha büyük bir yara açmak için uğraşmış durmuş.
Ama şimdi o denli şiddetli, o denli fütursuz bir hal almış durumda ki bu “dava”, bir cinnet hali içerisinde, sadece “diğerleri” olarak görülenlerin değil, bir ülkenin topyekûn mahvına sebep olma yolunda hızlı adımlarla ilerliyor.
Bu şunun gibi; karanlık bir sokakta tek başına yürürken, karşına çıkan eli sopalı nefret bakışlı adamlar düşün… Sırf tek başına olduğun, sırf genç olduğun, sırf umudun olduğu için öldüresiye dövüyorlar seni. Yere düşüyorsun, tekmeleri ciğerinin tam orta yerine saplanıyor, nefesin kesiliyor, durmuyorlar. O an düşünüyorsun “Neden?! Nasıl yapar bir insan, bir insana bunu?” ve bitmeyen tekmeler sen öldükten sonra bile dindiremiyorlar hınçlarını…
İşte bu örnekte olduğu kadar açık bir öfkenin ve gözü dönmüşlüğün resmi şu an yaşadıklarımız. Kötülük tüm fütursuzluğuyla karşımızda ve yaşadığımız bu son yangın felaketiyle bir kez daha gösterdi o korkunç çehresini.
İşte son yıllarda farklı görünümlerle karşımıza çıkan bu sistematik kötülük olduğu yerde duruyor ve kanlar içindeki bir boğa gibi saldırıyor kalabalığın üstüne.
19 yaşında demir sopalarla öldürülen üniversite öğrencileri, nefesini savunurken nefesi kesilen emekli öğretmenler, 14 yaşındaki kıza tecavüz etmesine rağmen salıverilen ahlak simsarları, her yıl camdan “düşen”, kaybolan, yardım haykırışlarına rağmen göz göre göre katledilen kadınlar, kıyıya ölü bedenleri vuran el kadar çocuklar ne ise; maden facialarının, çocuk tacizlerinin, kadın cinayetlerinin, bombalı katliamların araştırılmasının reddedilmesi ne ise, nasıl bir aklın, nasıl bir doymaz öfkenin temsili ise, bu yaz 28 Temmuz’da Manavgat’ta başlayarak neredeyse tüm Muğla’ya yayılan ve ben bu yazıyı yazarken (6 Ağustos 2021) henüz devam eden yangınlar karşısında toprağını korumaya çalışan insanların düşürüldüğü çaresizlik de odur.
Ülkede 2009-2020 yılları arasında çıkan 30 bin farklı yangında toplam 98 bin 950 hektar orman alanı yanmışken, 28 Temmuz – 6 Ağustos arasında, sadece 8 günde Antalya ve Muğla’da çıkan yangınlarda 100 bin hektarın üzerinde ormanlık alan yok oldu. Bile isteye, göz göre göre yanmasına izin verildi dünyanın cennet köşelerinin. Tüm canlılarıyla, kurduyla, kuşuyla bir ekosistem büyük yara aldı.
İşte o anda karanlığın içinde, tüm bu mücadelenin, tüm bu yalnız bırakılmışlığın arasında, bir umut ışığı yandı alevlerin tam ortasında. Yılların sıkışmışlığı, yılların baskısı sanki su oldu, buz oldu alevlerin üstüne gözünü kırpmadan koştu. Kendi evini kurtarmanın çok ötesinde, bu toprakların, bu ormanların hepimizin evi olduğu bilinciyle savundu her bir fidanı… Yanmayı, nefessiz kalmayı, susuz uykusuz kalmayı göze aldı bu toprakların fedakar insanları.
Felaketin sadece insan gücüyle durdurulamayacağının bilincinde yardım istedi devletinden, en doğal hakkı olarak, kurtar dedi ormanları. Ama dilenmedi. Giydi kıyafetlerini, taktı baretini, daldı turuncu alevlerin ortasına.
Ve en önemlisi kolladı arkadaşını ve eli uzanan tüm canlıları, onlara su verdi, düşerken tuttu ellerinden sımsıkı.
Bir an 22 yıl öncesine götürdü bu manzara beni. Yıl 1999 ve yine aylardan Ağustos’tu. Yine canların gittiği kara bir ağustos. O yıl 14 yaşındaydım, çocuktum, hayat bir başkaydı; fakat yine şiddetliydi acılar. Canından can gitmesi ne demek ilk o zaman görmüştüm. Görmez olaydım.
O günlerde de, tıpkı yanan ormanlara karşı fotoğrafını çekip orada olduğunu etrafına duyuranlarda ya da felaketi fırsata çevirmeye çalışanlarda olduğu gibi, o yıkıcı deprem sonrası, insanlar molozların altında can çekişirken, durumdan istifade etmeye çalışan kötü kalpli fırsatçılar olduğunu da hatırlıyorum. Kötülük hep varmış, hiç yok olmamış diyorum kendi kendime..
Fakat diğer yandan sanki, hayal meyal de olsa insanların birbirlerine yardım ettiğini, toplumun bir kesiminin başına bir felaket geldiğinde, “öteki” demeden yardım eli uzatan insanlar olduğunu da hatırlıyorum. Bu bir rüyaydı belki, bilmiyorum. Belki de çocukluk.
Ama o dönem ailem ve çevremdekilerden duyduklarımdan, gördüklerimden ve hissettiklerimden yola çıkarak, toplumda genel bir “merhamet ve dayanışma” duygusunun hâkim olduğunu düşünürdüm. Bu duygu, acıları hafifletmese de, insana en azından “iyilerin” çoğunlukta olduğu bir dünyada yaşadığını hissettiriyor, sızıları bir nebze olsun dindiriyordu.
Belki öyleydi, belki değildi. Belki ben sadece küçüktüm ve henüz kirlenmemişti dünya benim için..
Derken zamanlar geçti, devir değişti. Önce yavaştan suyumuzu ısıtan kötülük, şiddetini artırdı, artırdı ve göz göre göre hepten yakmaya niyetlendi bizi sonunda (Bu anlamda kasten “otellik” yakım yapmak ile yanan yangını imkân varken durdurmaya tenezzül etmemek arasında herhangi bir fark yok benim için…).
Ama diğer yandan, doğadan ayrı bir yaşamın mümkün olmadığını, ona çoktan borçlu olduğunu bilen, vicdanlı insanlar dimdik durdu alevlerin karşısında. Her türlü zorluğa, her türlü yalnız bırakılmışlığa rağmen, bir arada el ele umudu kovaladılar, “bir ağaç bile az yansa kardır” diyerek savaştılar.
İşte o zaman, yeniden hissettim 1999 yılında hissettiğim, karanlığın ardındaki aynı iyiliği.

Çünkü o zaman çırpındı bir adam, alevlerin arasında kalan bir tavşanı kurtarabilmek için,
O zaman su içti bir kelebek, bir itfaiyecinin ellerinden,
O zaman bir kaplumbağa çıkardı kafasını kabuğunun karanlığından.
Sizden ricam, lütfen unutmayın bu anı. Çünkü bu an, insanın doğayla yeniden iletişim kurduğu, belki de yeniden barıştığı, onsuz bir yaşam olmadığını anladığı andır. Bu anı yaşatırsak yüreğimizde, bundan sonra tüketirken, yere izmarit, cam ve çöp atarken bir kere daha düşünür, arıların, böceklerin ve tüm canlıların yaşam karşısında aynı ağırlıkta olduğunu ve hatta yaşamın devamı için elzem olduğunu anladığımız bir yere dönüşür belki bu topraklar. Elimize konan bir kelebeğe yaklaştığımız hassasiyetle yaklaşırız diğer tüm canlılara, hayata…
Tüm bu yaşananların ardından ne kalacak derseniz. Sorular kalacak bence..
Göz göre göre yanan ormanlarımıza, çığlıklar atarak alevlere karışan hayvanlarımıza, yıllardır ilmek ilmek işlediği hayatı gözlerinin önünde kül olan insanlarımıza reva mıdır bu? İnsan bu kadar kötülüğü nasıl yapabilir? Nasıl içi cız etmez bu giden canlara? Ve hatta nasıl ama nasıl kalkışabilir kan parası mukabili canları satın almaya?
Belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz bu soruların cevabını, hep kalacak aklımızın bir yerinde, çözülememiş bir düğüm olarak. Ama aynı zamanda, kötülüğe – üstelik sistemli kötülüğe – karşı nerede durduğumuz, tam karşısında ya da yamacında olduğumuzun bilgisi ve hatırası da mıh gibi kazınacak, kalacak zihnimizin saklı dehlizlerinde ve aktarılacak sonraki nesillere.
Günahkar olduğumuz gerçeğini hiçbir şey değiştirmeyecek belki ama bu felaket bize “iyiliğin” de bulaşıcı olduğunu, ondan aldığımız güçle yeniden dimdik durabileceğimizi ve içimizdeki çocuğa sarılıp, küllerimizden doğma vaktinin geldiğini hatırlatabilir. Belki insan, intikam almaktan, diğerini kendinden ayrı tutmaktan vazgeçer artık..
Ve yıllar sonra kimse hatırlamasa da, bu hassasiyetli duruş, kötülüğün önünde dimdik duran bir iyiliğe, fark etmeden ilham olur belki…
Bir güzel orman olur,
İklim değişir akdeniz olur…
üStü.Kalsın.
Ağustos 6, 2021
Bodrum
Comments