top of page
Search
Writer's pictureSeren Kutadgu

CORONAVIRUS VE DOĞA, ÖNCESİ VE SONRASI

Updated: Apr 26, 2020

2019’un son günlerinde, Dünya’nın öbür ucunda adını bile duymadığımız Wuhan adlı şehirde bir virüs ortaya çıktığını ilk öğrendiğiniz anı düşünün. Bu haberin size ne kadar uzak göründüğünü hatırlıyor musunuz?


Peki ya şimdi? 2020 Nisan’ından bakınca nasıl hissediyorsunuz?


Hepimizin iliklerine kadar hissettiği (ve hissedeceği) şekilde, birkaç ay içinde dünya nasıl da değişti… Yeni yıla umutla girerken çoğumuz tarafından bilinmeyen bu yeni virüs – Covid-19 – şimdiye kadar 2,5 milyon kişide görüldü ve sadece resmi verilere göre 155 bin can aldı. Hastalığa yakalanmayan milyonlarca insan için ise, yaşam tarzında köklü değişikliklere sebep oldu…


Dünyanın 196 ülkesinde görülen korona virüs, yaşamı neredeyse durdurdu... Birçok ülkede sokağa çıkma yasağı ve kısıtlamalar uygulanırken, Avrupa’da 2. Dünya savaşından bu yana görülmemiş seyahat sınırlamaları uygulanmaya başladı. Bu seyahat sınırlamaları ile dünya çapında, ulaşım ve havacılık endüstrisi büyük bir darbe aldı.


Virüsün etkisi üretim ve ticaret üzerinde de yoğun şekilde hissedildi. Başta Çin, İtalya, İspanya ve İngiltere olmak üzere salgının yoğun olduğu bölgelerde endüstri durma noktasına geldi. Fabrikaların kapasitelerini azaltmaları veya faaliyetlerini durdurmaları, araç trafiğinin azalması, sokağa çıkma yasakları ve diğer kısıtlamalar virüs yayılımını kontrol etmek ve ölüm oranlarını azaltmak adına yapılsa da iş kayıpları getirdi, ekonomik faaliyetler durdu ve borsalar düşen karbon emisyonlarıyla birlikte çöktü.


Fakat tüm bu olumsuzluklar, kısa sürede bazı beklenmedik sonuçlara da yol açtı.


COVID-19 ve ÇEVREYE ETKİLERİ


Koronavirüs, insanlığın doğa üzerindeki yıkıcı etkisini gözler önüne sermekle yetinmedi, ilginç bir şekilde yıllardır karbon emisyonlarını azaltmak için gerçekleştirilen tüm iklim görüşmelerinin yapamadığını haftalar içinde başardı.


Sanayinin durması, ulaşım ağları ve işletmelerin kapanması, karbon emisyonlarında ani bir düşüşe neden oldu. Geçen yıl bu zamana kıyasla, New York'taki kirlilik seviyeleri, virüs önlemleri nedeniyle neredeyse %50 oranında azaldı.


Finlandiya merkezli Enerji ve Temiz Hava Araştırmaları Merkezi'ne (CREA) göre; 2019'un son çeyreğinden bu yana, Çin'in en büyük altı santralinde kömür kullanımı %40 oranında düştüğü için, Çin’de atmosfere salınan karbondioksit (CO2) emisyon seviyesi sadece 3 Şubat 2020’den 1 Mart 2020’ye kadarki dönemde %25 azaldı. Bu azalma, CREA’ya göre yaklaşık 200 milyon ton karbondioksite (İngiltere'nin yıllık emisyon üretiminin yarısından fazlası) denk düşüyor. Çin’in Dünya’nın en büyük kirleticisi olduğu düşünüldüğünde bu etkinin önemi ortaya çıkıyor.


Benzer şekilde, NASA ve Avrupa Uzay Ajansı (ESA)’nın tüm dünyadan aldığı uydu görüntülerinde havadaki azot dioksit (NO2)[1] emisyonlarının önemli ölçüde azaldığı gözlemlendi. Avrupa Uzay Ajansı'nın Sentinel-5P uydusundan elde ettiği görüntülerde, 1 Ocak 2020'den 11 Mart 2020'ye kadar Dünya genelinde azot dioksit emisyonlarının büyük ölçüde yok olduğu gözlemlendi. NO2’nin insan sağlığı üzerindeki etkilerine sonraki bölümlerde değinilecek, o yüzden burada bir takım verilerle devam ediyoruz.

Nitrojen dioksit (azot dioksit) aynı zamanda görünmez katil olarak biliniyor. NO2, kırmızımsı kahve renkli ve zehirli bir gazdır. Keskin bir kokuya sahip olan bu gazın kokusu klor gazına benzemektedir. NO2 fosil yakıtlarının, yani gaz, kömür ve yağların yanması sonucunda ortaya çıkmaktadır. Böylelikle araçların atık gazlarında ve ısınmak için kullanılan gaz ve kömürün yanmasıyla bol miktarda bu gazdan doğaya salınmaktadır. 2010 yılında yürürlüğe giren Avrupa Birliği yasasına göre; şehirlerdeki nitrojen dioksit yoğunluğu her metreküp hava için 40 mikrogramı geçmemeli ve saatlik ortalaması da 200 mikrogramı yılda 18 kereden fazla geçmemeli. Fakat örneğin İngiltere’nin bazı bölümlerinde bir hafta içerisinde 200 mikrogramlık saatlik ortalama sınırının 18 kereden fazla ihlal edildiği biliniyor.

Ayrıca nitrojen dioksit seviyelerinin uygun görülen ortalama değerlerin altında olduğu ölçülse de, araç içlerinde ve otoyol kenarlarında ortalama değerlerden bir hayli yüksek ölçümler yapılabileceğini söylemek çok da zor değil. Daha da detay verecek olursak, araç içlerindeki NO2 miktarları, aracın yakınlarındaki herhangi bir alan tarama cihazının ölçtüğü NO2 miktarından 2-3 kat daha fazla olacaktır. Aynı zamanda otoyol kenarlarında da (yaklaşık 50 metre uzağına kadar) ölçülecek değerlerin otoyoldan uzaktaki bölgelere kıyasla %30 ila %100 daha fazla olacaktır. Ülkemizdeki büyük şehirlerin her caddesinden her gün binlerce araç geçtiği düşünülürse, yerleşim yerlerinin çoğunun otoyol kenarlarında olmasının sağlığımız için ciddi tehlikeler oluşturabileceği çıkarımı yapılabilir.


Avrupa (Türkiye dahil) ve Çin’deki azot dioksit oranında gözlemlenen değişimler aşağıdaki linklerden izlenebilir:

NASA ve Avrupa Uzay Ajansı’nın salgının başladığı dönemde Çin’de çekilen görüntülerde 1 Ocak ve 25 Şubat 2020 tarihleri arasındaki nitrojen (azot) dioksit seviyeleri görülüyor. Sarı renkle görülen nitrojen dioksit, kirliliği 25 Şubat’taki görüntüde adeta yok oluyor. 

Hindistan Hava Kalitesi ve Hava Tahmin Sistemi (SAFAR)’den, bilim insanı Gufran Beig, Mart ayının ilk üç haftasında 2018 ve 2019’daki aynı dönemlere kıyasla Mumbai, Pune, ve Ahmedabad şehirlerinde ortalama azot dioksit seviyelerinin %40-50 oranında düştüğünü ve ana nedenin taşımacılık ve üretim sektöründeki yavaşlama nedeniyle azalan fosil yakıt emisyonları olduğunu ifade ediyor.


İngiltere'de, düşük karbonlu bir ekonomiye geçiş amacıyla çalışan Carbon Trust'a göre seyahat ve taşımacılık, ortalama bir İngiliz insanının karbon ayak izinin yaklaşık %33'ünü oluşturmaktadır. Uçak seyahatlerini bırakın, sadece günlük yaşamda, iş ve okul yolculuklarında önemli bir düşüş olduğunda, etkinin ne kadar büyük olacağı açık. Tüm araç seyahatlerinin yarısının iş veya okul arasında gerçekleştiği ABD'de de benzer düşüşler bekleniyor.


Hava ulaşımına baktığımızda; Avrupa Birliği verilerine göre, Avrupa'nın en büyük taşıyıcısı Ryanair 2019'da 152.4 milyon kişi taşıdı ve yaklaşık 10 megaton CO2 üretti. 2019 sonunda, sadece havacılıktan kaynaklanan CO2 emisyonlarının 2050 yılına kadar yüzde 300'e kadar artacağı öngörülmekteydi. Şimdilik, Ryanair ve ondan daha fazla (yolcu başına) karbon ayak izine sahip tüm havayolları hizmetlerini durdurdu.


Karbon dioksit, metan (CH4), azot dioksit, hidroflorür karbonlar gibi sera gazlarının iklim değişikliğine olan etkilerine, bu konu özelinde yapılacak başka bir çalışmada yer verilecektir. Ama şimdilik, kendi karbon ayak izinizi[1] aşağıdaki link üzerinden hesaplayabilir ve yukarıda saydığımız emisyon miktarlarının ne anlama geldiğini daha kolay kavrayabilirsiniz.

Çevre kirliliğindeki azalmaya yönelik daha popüler bir örnek vermek gerekirse; sokağa çıkma yasağının gelmesi, bütün mağaza ve lokantaların kapanmasının ardından turizmin durduğu Venedik’te çevre kirliliği rekor seviyede düştü. Şu anda kanalların dibinde balıkların yüzmesi dikkat çekiyor. Yine İtalya’da uzun yıllardır ilk defa yunusların Sardunya'nın başkenti Cagliari'deki limana kadar yüzdükleri görüldü.


Hindistan’ın Odisha eyaleti kıyıları boyunca, nesli tükenmekte olan binlerce deniz kaplumbağası yuvalarını kazmak ve yumurta bırakmak için kıyıya çıktı.


Polonya Krakow'da yaşayanlar, daha önce şehrin dumanı ile kaplanmış olan Tatra dağlarını yıllar sonra tekrar görmeye başladılar. Benzer manzaralar, dünyanın farklı yerlerinde, farklı doğal güzelliklerin, yeniden görünür olması şeklinde yaşanmaya devam ediyor.


Bu kadar kısa sürede doğanın tekrar nefes alabilmesi umut verici olduğu kadar, insanın doğa üzerindeki etkilerini sorgulamak açısından da anlamlı. Bu örneklerin bildiğimiz ve bilmediğimiz daha nicesi her gün farklı yerlerde yaşanmakta. Hem de bu, endüstrileşme başladığından beri, doğanın ilk nefes alışı da değil…


TARİHTEKİ FELAKETLER ve SONUÇLARI


Tarih boyunca, etkileri endüstri devrimi sonrası daha ölçülebilir seviyelerde olsa da, bundan önce bile salgınlar, havadaki emisyon seviyelerinin azalmasına sebep olmuştur. Münih Üniversitesi Coğrafya Bölümü'nde coğrafya ve arazi kullanım sistemleri profesörü olan Julia Pongratz, 14. yüzyılda Avrupa'da görülen kara veba ve 16. yüzyılda İspanyol işgalcilerin gelişiyle Güney Amerika'ya getirilen çiçek hastalığı gibi salgınlarda da karbondioksit seviyelerinde düşüş gözlemlendiğini belirtiyor.


Benzer şekilde 2008 finansal krizinden sonraki bir yılda, endüstriyel faaliyetlerin azalmasına bağlı olarak, küresel çapta emisyonların önemli ölçüde (%1,3) düştüğü gözlemlenmiştir. Ancak bu durum, ekonominin toparlanmasıyla 2010 yılına kadar hızla geri yükselmiş ve tüm zamanların en yüksek seviyesine ulaşmıştır.


Telegraph Travel'dan Greg Dickinson, deprem dolayısıyla yaşanan nükleer felaketten 8 yıl sonra Fukushima'yı ziyaret ettiğinde, sahipsiz ama umutlu bir manzara buldu. Bu manzarayı "Kaldırımın çatlaklarında yeşil filizler büyüyordu; depremden sonra evlerin yıkıldığı araziler artık yeşilliklerle kaplıydı" olarak anlatıyor. Aynı şekilde Dünya’da ve ülkemizde yaşanan büyük depremler sonrası insanların terk ettiği alanlardaki toparlanmayı, yıllar sonra gözlemlemek mümkün.


Yine tarihteki en kötü nükleer felaketlerden birinin yaşandığı Çernobil, kitlesel tahliyeden 30 yıl sonra, geyik, kurt, kahverengi ayılar gibi vahşi hayvan ve kuş türlerinin görüldüğü, Avrupa'nın en büyük vahşi yaşam rezervlerinden biri haline gelmiş durumda.




Hem Çernobil sonrası doğanın dönüşümü hem de benzer dönüşümler de başka bir yazıda detaylı olarak değerlendirilecektir. O yüzden lafı fazla uzatmadan, güncel konumuzla ilgili bir soru ile devam etmek istiyorum:


Çevre ve hava kirliliğinin, koronavirüs ya da benzer salgınların yayılımına ve ölüm oranlarına etkisi var mıdır?



ÇEVRE KİRLİLİĞİNİN SALGINLARLA BAĞLANTISI


Dünya Sağlık Örgütü'ne (WHO) göre, yukarıda değindiğimiz NO2 yani nitrojen dioksitin, solunum yolu enfeksiyonları ile akciğer rahatsızlıklarının yanı sıra bronşit ve astım belirtilerini artırdığına ilişkin çok sayıda kanıt bulunmaktadır.


2010 yılında yürürlüğe giren Avrupa Birliği yasasına göre; şehirlerdeki nitrojen dioksit yoğunluğu her metreküp hava için 40 mikrogramı geçmemeli ve saatlik ortalaması da 200 mikrogramı yılda 18 kereden fazla geçmemelidir. Fakat örneğin İngiltere’nin bazı bölümlerinde bir hafta içerisinde 200 mikrogramlık saatlik ortalama sınırının 18 kereden fazla ihlal edildiği biliniyor.


Yunanlı bilim adamlarının güncel bir araştırmasına göre; bir metreküplük havada bulunan 10 mikrogramlık azot dioksit (NO2), ölüm riskini %0,3 oranında yükseltmektedir. Atina Üniversitesi’nden Evangelia Samoli yönetiminde çalışan ekip, üç yılı aşkın bir süre (toplam nüfusu 60 milyonu bulan) 30 Avrupa ülkesindeki hava kalitesini ve ölüm oranlarını karşılaştırmalı olarak araştırmış ve araştırma sonucunda her gün ölçülen NO2 oranına göre ölüm oranının değiştiği görülmüştür. Havadaki yüksek NO2 oranının kalp/dolaşım sistemi üzerindeki etkileri genelde kısa vadede ani kalp ölümlerine neden olurken, uzun vadede akciğer ödemi, bronşit ve benzeri solunum yolu hastalıkları dolayısıyla ölüme neden olduğu gözlemlenmiştir.


Dünya Sağlık Örgütü 2018 verilerine göre, dünya çapında hava kirliliği yılda 7 milyon insanın erken ölümüne sebep oluyor. Her 10 insandan 9'u, yani dünya nüfusunun %90'ı kirli hava soluyor. Düşük ve orta gelirli ülkelerde nüfusun %97'si sağlıksız havaya maruz kalırken, yüksek gelire sahip ülkelerde bu oran %49'lara kadar düşüyor.


Dolayısıyla uzmanlar, özellikle şehirlerde uzun süredir devam eden hava kirliliği nedeniyle oluşan kronik sağlık hasarlarının, koronavirüs gibi enfeksiyonlardan kaynaklı ölüm oranını artıracağını iddia etmektedirler.


Şu anda hem bu satırları yazan ben, hem de okuyan sizler, her an evimize girebilecek bu virüsten oldukça korkuyor ve önlemlerimizi alıyoruz. Devletler, kısa vadede salgını ortadan kaldırmak “var gücüyle” çalışıyor. Ancak iş, virüslerin ölümcül etkilerini artıran ve virüsten çok daha fazla can alan çevre kirliliğine gelince, kılımızı kıpırdatmıyoruz.


Sizce bu paradoksun sebebi nedir? “Benden sonrası tufan” anlayışı mı? Yoksa gözle görmediğimiz, bizi etkilemediğini düşündüğümüz bir değişikliğe karşı taşıdığımız vurdumduymazlık mı? Hepsi mümkün. Ama unuttuğumuz “ufak” bir detay var. Virüslerin, salgınların ve bu sebeple yaşanan ölümlerin, insanın istikrarlı olarak gerçekleştirdiği doğa talanı ile doğrudan bir bağlantısı bulunuyor. Hem de uzun vadede değil, bu virüste deneyimlediğimiz gibi bugün etki ediyor, bugün öldürüyor.


DOĞA TALAN EDİLDİKÇE VİRÜS İHTİMALİ ARTIYOR


Eskiden beri egzotik bitkilerle ve yabani hayvanlarla dolu tropikal ormanların ve bozulmamış doğal ortamların, insanlarda yeni hastalıklara yol açan virüsleri ve patojenleri barındırarak insanları tehdit ettiği düşünülmüştür. Ancak bugün yapılan araştırmalar sonucu, Covid-19 gibi yeni virüs ve salgınlar için koşulları yaratan şeyin, aslında insanlığın biyo-çeşitlilik üzerindeki yıkımı olduğu kanısı ağır basmaya başlamıştır.


O halde, yüzyıllar önceki kuduz ve veba salgınlarının, Afrika’da ortaya çıkan Ebola ve Latin Amerika'daki Zika virüslerinin, Malezya’da görülen Nipah salgınının ve Sars, Mers, Covid-19 gibi korona virüslerinin tetikleyicisi madencilik, avcılık, ağaç kesimi, yol inşaatı, hızlı büyüyen nüfus artışı ve kentleşme gibi insan faaliyetleri olabilir mi?


1 Ekim 2012 yılında yayınlanmış olan Spillover: Animal Infections and Next Pandemic adlı kitabın yazarı David Quammen: “Ağaçları kestik; hayvanları öldürüyor ya da kafesliyor ve pazarlara gönderiyoruz. Ekosistemleri bozuyoruz ve virüsleri doğal konaklarından ayırıyoruz. Bu olduğunda, virüslerin yeni bir taşıyıcıya ihtiyaçları oluyor ve bu genellikle biz oluyoruz” diyor.


ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC), insanları enfekte eden Ebola, Sars, Kuş Gribi ve benzeri salgınların dörtte üçünün yabani hayvanlardan kaynaklandığını tahmin ediyor.


Paralel şekilde, UCL ekoloji ve biyoçeşitlilik kürsüsü başkanı Kate Jones ve ekibi, 1960 ve 2004 yılları arasında ortaya çıkan ve en az %60'ı hayvanlardan gelen 335 hastalığı tespit etti ve ortaya çıkan hayvan kaynaklı bulaşıcı hastalıkları “küresel sağlık, güvenlik ve ekonomiler için artan ve çok önemli bir tehdit” olarak nitelendirdi.


Jones, bu zoonotik (hayvanlardan insanlara bulaşan) hastalıkların giderek artan çevresel değişim ve insan davranışı ile doğrudan bağlantılı olduğunu söylüyor. Ağaçların kesilmesi, madencilik, yabani bölgeler üzerinde yol inşaası, hızlı kentleşme ve nüfus artışı nedeniyle ormanların bozulması, insanları daha önce hiç yakın olmadıkları hayvan türleriyle daha yakın temasa soktuğunu ve hastalıkların vahşi yaşamdan insanlara bulaşmasının artık “insani ekonomik kalkınmanın gizli bir maliyeti” olduğunu belirtiyor.


“Büyük ölçüde ıssız yerlere gidiyoruz ve gittikçe daha fazla hastalığa maruz kalıyoruz. Virüslerin daha kolay bulaştığı habitatlar yaratıyor ve sonra yenileri ortaya çıktığında şaşırıyoruz.”


Emory Üniversitesi’nde doğal yaşam alanlarını daraltma davranışlarının hayvanlardan insanlara bulaşan hastalıklar konusundaki riski nasıl arttırdığına ilişkin araştırmalar yapan çevre bilimcisi Thomas Gillespie, “Patojenler tür sınırlarına saygı duymuyor” diyor ve ekliyor: “İnsanlar, virüsün doğal olarak dolaştığı ev sahibi hayvanlar ve kendileri arasındaki doğal engelleri azaltarak hastalıkların yayılması için gerekli koşullar yaratıyor. Tüm Dünya’da yaban hayat daha fazla stres altına giriyor diyor. Büyük peyzaj değişiklikleri hayvanların yaşam alanlarını kaybetmesine neden oluyor, bu da türlerin birlikte kalabalıklaşması ve insanlarla daha fazla temas etmesi anlamına geliyor.”


Kısacası, bilim adamları, doğanın tehdit oluşturduğunu kabul etmekle birlikte, gerçek hasarı yaratanın insan faaliyetleri olduğu ve doğal ortamdaki sağlık risklerinin, buna müdahale edildiğinde daha da kötüleşebildiği konusunda iddialı. Yani ormanları ve doğal yaşam alanlarını ne kadar rahatsız edersek, o kadar çok tehlike içerisindeyiz.


Peki tükettiğimiz gıdaların güvenliği ve koronavirüsün çıkış noktası olan hayvan pazarları konusunda ne yapılabilir?


GIDA GÜVENLİĞİ


Bugün Dünya üzerinde 7,8 milyar insan yaşıyor. 21. yüzyılın sonuna geldiğimizde dünya nüfusunun 11 milyar olacağını öngörüyor. Peki gezegenimiz 11 milyar insanı beslemeye yetecek kaynaklara sahip mi?


ABD Cornell Üniversitesi'nden Profesör Chris Barrett, tarımsal arazilerin ve su kaynaklarının giderek daha yetersiz hale geldiği konusunda tüm ülkeleri uyardı ve dünya nüfusunu besleyecek kaynakları bulmanın ve gıda güvenliğini tesis etmenin 21. yüzyılın en büyük sorunu olacağını söyledi. Bu anlamda gıda güvenliği sorununun çözülememesi riski, tüm ülkeler ve toplumlar için varoluşsal bir kriz anlamına geliyor.


Henüz kesin veriler oluşmamış olsa da, fosil kayıtlarından, hiçbir büyük gövdeli hayvanın yeryüzünde insanlar kadar çok sayıda olmadığı biliniyor. Ve bu çokluğun, gücün ve sonucunda ortaya çıkan ekolojik dengesizliklerin bir sonucu olarak, önce hayvandan insana, sonra insandan insana ve bazen de salgın ölçeğinde yaşanan viral değişimler yaşanmaktadır.


Tam bu noktada, koronavirüs dolayısıyla gündeme gelen hayvan pazarları büyük bir soru işareti oluşturuyor. Hayvan pazarlarıyla ilgili olarak, Thomas Gillespie, “ister orman ister hayvan pazarı gibi doğal bir ortamda olsun, tek bir yerde çeşitli türlerle yeni etkileşimleriniz olduğunda, bir yayılma durumu yaşayabilirsiniz.” diyor. Ancak konunun toplumsal ve ekonomik açısına da değinen Nairobi Uluslararası Hayvancılık Araştırma Enstitüsü'nde epidemiyolojist ve veteriner Delia Grace, bu pazarların yüz milyonlarca yoksul insan için temel gıda kaynakları olduğunu ve bunlardan kurtulmanın imkânsız olduğunu ifade ediyor. Bilakis, bu pazarlara konulacak yasakların, tüccarları yeraltına zorlayarak, hijyene daha az dikkat edebileceğini iddia ediyor.


İnsan talanının belki de en ürpertici yüzü olan, ama birçok sebeple çözümü her zaman devletler ve sermaye tarafından geleceğe bırakılan küresel ısınma da, bu anlamda işleri zorlaştıran önemli bir etken. Zira biyo-çeşitliliğe dokunmadan, ormanları talan etmeden, eldeki mevcut alanlarla doğru tarım stratejileri geliştirmek mümkün. Ancak tarımsal rekolteler, iklim değişikliğinin etkileri nedeniyle giderek daha fazla dalgalı seyir izlemeye başlamış durumda. Beklenmeyen sıcak hava dalgaları, kuraklıklar veya sel baskınları tahıl, buğday ve arpa gibi temel ürünlerin fiyatlarında ciddi artışa neden olabiliyor. Bu da küresel zincirleme etkiler yaratıyor.


KÜRESEL ISINMA ve BUZULLAR


Öte yandan, küresel ısınma’nın sonucu olarak eriyen buzullar, şimdiden öngöremediğimiz başka bir tehlike ile karşımıza çıkıyor. Dünya’nın en soğuk ve en uzak bölgelerinde bulunan buzulların erimesi ve denizlere karışmasının, önümüzdeki birkaç yıl için bize herhangi bir tehdit oluşturmadığı düşünülebilir. Ancak bizlerin yaşam süreleri, bu tehditle birebir yüzleşmeye yetecek.


Antarktika’da en sıcak yaz aylarında bile sıcaklıklar nadiren 10 derecenin üzerine çıkmaktadır. Ancak 2020 Şubat ayında Antarktika'nın, Şili/Arjantin’in güney ucuna yakın olan Esperanza üssünde çalışmalar yapan bilim adamları ilk defa 18.3 santigrat derecelik bir sıcaklık ölçtüler.


Batı Antarktika'da ise bilim adamları, Florida büyüklüğünde olan 74.000 kilometrekarelik Thwaites Buzulundaki buzların, daha önce hiç ölçülmemiş seviyelerde hızlı bir şekilde eridiğinde dair ölçümler yaptılar. Doğuda, Hong Kong yüzölçümünün yaklaşık beş katı bir alan kaplayan (1 trilyon tonluk) A68 buzulunun, Güney Atlantik Okyanusu'na doğru ilerlemeye başladığı gözlemleniyor. A68’in ürpertici yolculuğunu bu linkten izleyebilirsiniz:

İklim değişikliği ve enerji konularında bilimsel araştırmalar yürüten bağımsız haber kuruluşu Climate Central’ın yaptığı araştırmaya göre, her yıl denizlerde gerçekleşen 3 mm’lik seviye artışının, insanların yaşadığı topraklara etki edeceğini ve 2050’ye geldiğimizde 300 milyon kişiyi yerinden edeceğini görebiliyoruz. Climate Central’in su altında kalacak bölgelere ilişkin yaptığı haritalama çalışmasının detaylarına aşağıdaki link üzerinden ulaşabilirsiniz:

Peki bunları neden anlatıyorum? Konumuzla ilgisi nedir?


Küresel ısınma ve paralelinde buzulların erimesi, ayrı ve detaylı bir araştırma sonucu ortaya çıkarmayı planladığım başka bir yazının konusu. Ancak bunun virüslerle de yakından ilgisi var. Zira araştırmacılar, eriyen buzulların, dağların donmuş uçlarında binlerce yıldır depolanan ölümcül virüsleri açığa çıkarabileceği konusunda uyarılarda bulunuyorlar.


ABD ve Çin'den bir araştırma ekibi, Dünya'nın en eski buzullarından buz örneklerini toplamak için Tibet'e gitti. Buz yüzeyinin 50 metre altına inebilen araştırmacılar, Dünya'nın viral tarihine genel bir bakış sunan buz örneklerini topladılar. Ekip, 15.000 yıllık bir buzulda, daha önce bilinmeyen 28 eski virüsü ortaya çıkardı.


Paralel şekilde, Ohio State Üniversitesi ve Lawrence Berkeley Ulusal Laboratuvarı uzmanları, gezegenimizde buz erimesi devam ettikçe, bilinmeyen virüslerin çözülüp denizlere karışarak, insanlığa bulaşabileceğine inanıyorlar.


Ayrıca, buzulların erimesi, Tibet’te gerçekleştirilen araştırma kapsamında olduğu gibi, geçmiş iklim rejimlerini tanımamızı, mikrobiyal ve viral arşivlerin oluşmasını ve bilinmeyen virüslerin tespit edilerek önleyici tedbirler alınmasını imkânsız hale getirmesi açısından da oldukça önemlidir.


Son olarak, yukarıda ortaya konulan tüm bu verileri göz önünde bulundurarak, virüs’ün bize dayattığı geçici çözümlerin ötesinde nasıl bir yol izlenebilir? Bu gidişatı önlemenin yolları var mıdır? gibi soruları tartışacağız. Ancak bu kısma gelmeden evvel, yıllar içinde buzullarda yaşanan değişimi çarpıcı görsellerle sunan şu belgesellere dikkatinizi çekmek isterim:


Chasing Ice

Antarctica's Ice on the Move

VİRÜS’TE UMUT VAR MI?


Evet bu bilgiler ışığında gelin biraz da sonrasını konuşalım. Madem virüs bizi evlerimize kilitledi, kendimize ve geleceğimize biraz düşünme ve sorgulama zamanı tanıyalım.


Virüs sayesinde ormanlara, sadece yaşadığımız şehirler dışında bulunan, istediğimiz zaman piknik ya da kamp yapabileceğimiz rekreasyon alanları; hayvanlara, gönlümüzce katledip, kafesleyip, paketleyip, afiyetle mideye götüreceğimiz yabancı türler gözüyle bakamayacağımızı bir nebze olsun anlamış olabiliriz.


Peki anlayışımız virüs ve karantina sonrası hayatlarımıza uzanabilecek mi? 20 yıl içinde kuzey kutbunun yaz aylarında buzsuz olacağını, Amazon yağmur ormanlarının 50 yıl içinde bir savanaya dönüşebileceğini, su seviyelerinin yükselerek milyonlarca kişiyi evsiz bırakacağını, büyük yangınlar ve kuraklıklar yaşanacağını, soluduğumuz havanın geri dönülemez şekilde bozulacağını ve bu karmaşık etkileşimin daha pek çok salgınlara yol açabileceğini gerçekten kavramaya yetecek mi?


Tüm bu değişimlerin yaşanması, bugün buradan baktığımızda, bize ne kadar yakın veya uzak geliyor?


Bilim adamları, ortalama sıcaklıkların, endüstri öncesi seviyelerden 1.5 santigrat derecenin altına düşmesini önlemek için küresel emisyonların önümüzdeki on yılda yarı yarıya azaltılması gerektiğini, iklim değişikliğinin 2100 yılına kadar, bugün kanser ve bulaşıcı hastalıktan ölenlerin sayısı kadar kişiyi öldürüleceğini söylerlerken, onları ne kadar ciddiye alıyoruz?


Bunları ciddiye almadığımız kesin. Çünkü muhtemelen bu sayılanları, çok uzak bir gelecekte geçen fantastik bir bilim kurgu öğesi olarak görüyoruz. Hayatlarımızı, koronavirüs gibi bugün, gözümüzün önünde, ciğerlerimizin içinde etkilemediğini düşünüyoruz. İşte yanlış, tam da burada başlıyor.


Bugün virüs sayesinde, hızlıca kısa vadeli tedbirler alıyor, kendimizi evlere kapatıyor, tüm çalışma sistemlerini buna göre uyarlıyor ve hayatı devam ettirmeye çalışıyoruz. Devletler ise, virüs etkilerini azaltmak için çok kısa bir zaman içinde yeni ekonomik planlar oluşturup, yasalar çıkarıyor ve uygulamalarını bu yeni durumu sürdürebilmek için adapte ediyorlar.


Mevcut olağanüstü hal ortadan kalktığında, bu önlemleri uzun vadeli planlar kapsamında değerlendirmek, corona sonrası yaşamlarımızı ve ekosistemi olumlu yönde etkileyecek kentsel planlamalar yapmak, hayvan besiciliği ve ticaretini daha sıkı denetimlere tabi kılmak, yenilenebilir ve temiz enerji kullanımını desteklemek, endüstride fosil yakıt kullanımı ve CO2, NO2 emisyonlarını artıran benzeri faaliyetlerin önünü kesici uygulamalar devreye sokmak, hatta diğer vergilerden kısarak, emisyon salınımlarını yüksek vergilere bağlamak gibi somut adımlar atılır mı bilemiyoruz. Ancak umut veren şey, istendiğinde ve aciliyeti tartışmasız olduğunda, tüm insanlık olarak çok hızlı reaksiyon verebiliyor olmamız.


Eğer bugün, yaşamlarımızın tam orta yerine oturan virüs dolayısıyla, bu kadar hızlı aksiyon alabiliyorsak, iklim ve doğayla olan saplantılı ilişkimizin, zaten uzun yıllardır tam da yaşamlarımızın ortasında olduğunu idrak ettiğimizde, aynı hızda reaksiyon verme ihtimalimiz de var demektir.


Öte yandan, her ne kadar virüs döneminde karbon emisyonlarında ciddi düşüşler görülse de, virüs sonrasında devletler ve şirketlerin – iklim değişikliği ve temiz enerji teknolojileri konusunda ayırdıkları bütçeleri, virüsün ekonomik etkilerini ortadan kaldırmak ve bilançolarını toparlamak için harcayabilecekleri, bu sebeple iklim hareketinin daha da geri plana düşebileceği görüşü de tartışılmakta. Örneğin, Trump yönetiminin, düşen fiyatlar ve sekteye uğrayan faaliyetler sebebiyle petrol ve gaz üreticilerine düşük faizli krediler sunmayı planladığı bilinmekte.


Paralel şekilde, faaliyetlerini durdurdukları için emisyonların önemli ölçüde azalmasına sebep olan havayolu ve otomotiv gibi sektörlerin, virüs sonrası yıllık hedeflerine yaklaşabilmek adına daha pro-aktif kampanya ve aksiyonlarla müşteri sayılarını arttırmaya ve sektörü hareketlendirmeye çalışmaları da muhtemeldir.


NE YAPILABİLİR?


Ormanlara daldık, ağaçları kestik, yollar yaptık, yetmedi üstüne fabrikalar inşa ettik, dumanları tüttürdük, yerle bir ettiğimiz ormanlardaki vahşi hayvanları, doğal yaşam alanlarından çıkarıp kafesleyerek şehirlere getirdik. Doğaya adeta düşmanımız gibi davranarak, onu talan ettik. Sonra bu etkilerin doğal bir tepkisi olarak virüsle yüz yüze geldik.


Peki aynı manzaraları, karantinaları ve daha kötü sonuçları yaşamamak için ne yapılabilir?


Öncelikle istesek de istemesek de doğa ile yakından ilgili olduğumuzu ve bizim iyiliğimiz için onun iyiliğini mutlak şekilde gözetmemiz gerektiğinin farkına varmakla başlayabiliriz. Bu farkındalığın açtığı yol zaten bizi yönlendirmeye yeterli olacaktır. Ancak burada önemli bir detay var: Salgınla mücadelede uygulanan kısıtlamalar geçici niteliğe sahip. Bu kısıtlamaları şimdilik, modern hayatın normale dönmesi umuduyla kabul ediyoruz. Sonraki salgınlar da dahil, iklim değişikliğinin yıkıcı sonuçlarını azaltacak kısıtlamalarsa kalıcı olmak zorunda. Bu da yaşamlarımızda keskin değişimler yapmamızı gerektiriyor. Virüs vesilesiyle, bu değişimleri, çoğunluğun destekleyeceği bir vizyon olarak sunmamız gerekiyor.


Bu kapsamda ilk akla gelenler;


  • “Daha az” ilkesini hayata geçirmeye çalışarak, günlük yaşamımızdaki tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmek, et ve süt ürünleri tüketimini azaltmak;

  • Plastik kullanımını azaltmak, kullan-at ürünleri tercih etmemek ve bu konuda çevremizde bilinç oluşturmak (Dünyadaki müthiş plastik kirliliği de başka bir yazıda detaylı olarak değerlendirilecektir);

  • Atık yönetimini yaygınlaştırmak. Geri dönüşümün evimiz, binamız, mahallemiz ve şehirlerimiz bazında uygulanması adına kendi yaşam alanlarımızda ısrarcı olmak, yerel yönetimlere bu konuda baskı uygulamak;

  • Değişim zamanlarındaki uygulamaları kalıcı hale getirmek. Örneğin; motorlu araç kullanımımızı minimize etmek, zorunlu olmadığı durumlarda toplu taşıma ve bisiklet kullanımını yaygınlaştırmak[1], Karbon salınımı yüksek olan benzin ve dizel araçlar yerine elektrikli ve hibrit araçları tercih etmek;

  • Paralel şekilde havayolu ve karayolu kullanımını azaltmak (Sadece 1 saatlik bir konferans vermek ya da toplantıya katılmak için İstanbul’daki evinden çıkarak, arabaya binen, havaalanına giden, havaalanında karnını doyurduktan sonra, uçağa binerek başka bir şehre ya da yabancı ülkeye giden, orada taksi ile kaldığı otele varan, sabahki toplantı / konferans bittikten sonra tekrar aynı rutin ile evine dönen bir insanın tek başına harcadığı enerji ve karbon ayak izini düşünebilir misiniz? Corona sayesinde gördük ki bu toplantılar evden çıkmadan da gayet efektif şekilde yapılabiliyor);

  • Devletler ve şirketler bazında, güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek ve petrol, doğalgaz, kömür gibi yakıtların kullanımına son vermek;

  • Fosil yakıt kullanımı ve karbon salınımı konusundaki farkındalığı çevremize yayarak, hem sivil toplum nezdinde bilinci yaygınlaştırmak, hem de hükümetler üzerinde baskı kurmak;

  • Çevre politikalarında gerçekçi öneri ve çözümler üretmeyen, bu konuda uzman bilim insanları ve çevre örgütlerinin kararlarını ön planda tutmayan politikacılara prim vermemek (Unutmayalım, hükümetler bir süre ekonomik çıkarları uğruna halkın taleplerini göz ardı edebilirler, ama hem yerel hem küresel ölçekte ortak taleplerin büyümesi karşısında çıkarlarından taviz vermek zorunda kalabilmektedirler).

Bildiğimiz gibi, devletler ve şirketler, küresel ısınmanın sınırlandırılmasına yönelik her girişimin ve projenin öncelikle maliyetini düşünürler ve mali çıkarlar her defasında ağır basar. Bu sebeple ertelenen girişimler dolayısıyla öyle bir noktaya geldik ki, uzmanların yakında geri dönülemez noktaya geleceğimize ilişkin tüm uyarılarına rağmen, hiçbir şey yapmamaya devam ediyoruz. Ancak bu öldürücü küresel salgın bize, şu ana kadar izlediğimiz felaket yolundan her ne pahasına olursa olsun vazgeçmemiz gerektiğini bir kere daha gösterdi.


Zira iklim değişikliği bizlerden sınırlarımız içinde değil, sınırları aşan bir dayanışma bekliyor. Sınırları kapatarak virüsün yaygınlaşmasının yavaşlatılacağı düşünülebilir, ancak sera gazlarının ve karbon emisyonlarının ulusal sınırlarda durmayacağını kesin olarak söyleyebiliriz.


Bu noktada önemli bir farka dikkat çekmek gerek; virüsle mücadele için alınacak önlemler bize dayatıldı, bunları biz seçmedik, sadece bunlara maruz kalıyoruz. Fakat iklim değişikliğiyle mücadele için kullanılacak önlemlerin bizim tarafımızdan seçilmesi gerekecek.


Evet belki corona geçtikten sonra ne devletler salgının çevreyle olan karmaşık ilişkisini araştırarak, çevre korunmasına dair kalıcı önlemler alacak; ne de siyasetçiler dünyanın geleceğini seçim malzemesinden öte bir vicdan ekseninde şekillendirecek; ama bir şekilde değişime inanıyorsak, bu bizden başlamalı. Dolayısıyla, kendimizin ve çocuklarımızın yaşamını bir nebze olsun önemsiyorsak, hemen şimdi harekete geçebiliriz.


SONUÇ


Virüs aslında bize bir ayna tutuyor. Bizi, kendi davranışımızın kolektif bütün üzerindeki etkisinin farkında olmaya zorluyor, bütüne fayda sağlayan kişisel fedakarlıklar yapmaya davet ediyor. Aynı zamanda, uzun süredir düşünme ihtiyacı duymadığımız birçok şeyi hatırlatıyor.


Bunlardan belki de en önemlisi; sağlığımızın ve yaşamımızın, tüm insanlıkla olduğu kadar ekosistem ile koparılamayacak bir bütünlük içinde olduğu; dolayısıyla bilinç seviyemiz ve davranışlarımızın “ego”dan “eko”ya kaydırılmasının gerekliliği.


Öte yandan insanoğlu olarak, kendi tarihimizi yazmak konusundaki gücümüzü de sorgulatıyor. Virüslerin yayılmasından iklime varana kadar her şeyin kontrolümüz altında olduğuna inanırken, aslında doğanın da tarihimizi kontrolümüz dışında şekillendirebildiğini bu vesilelerle fark etmeye başlıyoruz.


Özetle bu noktada insanlık için keskin bir anlayış değişikliği gereklidir. Bu anlayış, çevreye ve ekosisteme verdiğimiz zararın da en az corona’nın etkilerini gördüğümüz kadar hızlı şekilde karşımıza dikileceğini idrak etmektedir. Bunun yolu da zararın oluşmasına katkı yapan günlük pratiklerimizi ciddi biçimde gözden geçirmek ve uyarlamaktan geçiyor. Bu noktada bireysel çabaların, küresel devlet ve özel sektör politikaları karşısında yetersiz ve beyhude olduğunu düşünmek de bir düşünce ve seçimdir. Ancak kendi hayatımızdan başlayarak çevremize örnek olmak ve bu farkındalığın bireylerden toplumlara yayılarak, karar verici güçleri toplumun talepleri doğrultusunda politika üretmeye zorlamak da yine bizlerin seçimi olacaktır.


İşte bu yazı da, kendi yaşam tarzını ekosisteme uygun hale getirme niyet ve kararlılığında olan bir bireyin farkındalık yaratma çabasından ibarettir.


üStü. Kalsın.

19 Nisan 2020

İstanbul



Not: Bu yazı, aşağıdaki kaynakçada yer alan veriler, internet üzerinden ulaşılabilen başkaca bağımsız kaynaklar üzerinden - mümkün olduğunca - doğrulanmak suretiyle kaleme alınmıştır. Yazıda bahsi geçen sayılar hem günden güne hem de kaynaklar arasında farklılık gösterebilir. Ancak zaten bu yazı ile amaçlanan, sayıların mutlak doğruluğundan ziyade, mevcut durumun vahametini gözler önüne sermektir.

KAYNAKÇA:


























438 views0 comments

Recent Posts

See All

Commenti


bottom of page