Oldukça sıradan, kavurucu bir yaz günüydü. Günlerden hangisi olduğunun önemsiz olduğu bir öğlen vakti, okul zilinin çalmasıyla birlikte 3 kafadar arkadaş, hapishaneden firar edercesine kendilerini okul bahçesinden dışarı attılar.
Her gün olduğu gibi, eve dönüş yolunda hoşlandıkları kızlardan, yeni başladıkları bilgisayar oyunlarından ve tuttukları takımın son attığı gollerden bahsediyor, bir yandan da birbirleriyle şakalaşarak ilerliyorlardı.
Henüz okuldan çıkalı kısa bir süre geçmesine rağmen, kavurucu öğlen sıcağının altında çok susadıklarını hissettiler. Son dersin bitmesinin heyecanı ve coşkusuyla, apar topar okuldan çıkarlarken çeşmeden su içmeyi unutmuşlardı. Ergenlik seviyeleri, annelerinin evden çıkarken yanlarına almalarını tembih ettiği mataralarını her zamanki gibi mutfakta bırakmalarına sebep olmuştu. Sonuçta, okula bir ilkokul öğrencisi gibi matarayla gidip, hoşlandıkları kızların ve diğer arkadaşlarının alay konusu olmayı göze almaya değmezdi. Onlar orta son öğrencileriydi ve matarayla çizilemeyecek sağlam bir karizmaları vardı (pardon 8. sınıf demeliydim, ama ne de olsa seneye bambaşka bir eğitim sistemi gelip, 236348746342. sınıfta da olabilirlerdi. O yüzden orta son deyince hepimiz daha kolay anlıyoruz).
Yol üzerinde karşılarına çıkan ilk büfenin önünde durdular. İçlerinden biri, içecek dolabının kapağını açtı ve buz gibi 3 su şişesini alarak arkadaşlarına dağıttı. Ceplerinden çıkardıkları bozuklukları denkleştirip büfeciye verdiler ve kaldırımın az ötesine geçerek, suları kafaya diktiler. Şişelerin mavi kapaklarının açılmasıyla, yarım litrelik suların mideye inmesi bir oldu. Şişelerin dibinde kalan suları da, tabi ki birbirlerine sulu şakalar yapmak için kullandılar.
Bu seremoninin ardından şakalaşarak yürümeye devam eden çocuklardan birisi boş plastik şişeyi sıkıştırarak iki eliyle yere bıraktı. Önünde yürüyen arkadaşlarına seslendi “hop!” ve topun dibine doğru sağ ayağının içiyle vurarak bir muz orta açtı. Bunu gören diğer çocuklar bu müthiş ortayı karşılıksız bırakamazlardı elbet. İkisi de ortanın hakkını vermek için canlarını dişlerine kattı.
Aralarından bir tanesi usta bir golcü edasıyla göğsünde yumuşattığı şişeye aynı ustalıkla bir vole vurdu. Büzülmüş şişe havada süzülürken, nefesler kesilmişti. Şişe havada döndü, döndü ve eskiden gürül gürül akan ama şimdi bir su birikintisinden hallice olan, yol kenarındaki cılız derenin içine düştü…
Ve Gooooooool !!!
Şampiyonluk gollerini gururlu bir sevinç içinde kutladıktan sonra yollarına devam ettiler. Çocuklardan bir diğeri, eve dönme vakitleri çoktan geçtiği ve zaten şampiyonluk golü atılmış olduğu için, bugünlük daha fazla futbol oynamayacaklarını düşünerek elindeki şişeyi ilk gördüğü çöp kutusuna fırlattı. Üçüncü çocuk ise, evdeki plastik atık kutusuna atmak üzere boş şişeyi çantasının yan tarafındaki cebe yerleştirmişti bile…
Yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşün ardından çocuklar, ertesi gün birbirlerine yapacakları sulu şakaların ufak fragmanlarını sergiledikten sonra, teker teker evlerine dağıldılar.
Çocukların okul sonrası eve dönüş rutinleriyle birlikte size anlatacağım daha ilginç bir hikayeleri de kalmadı. Ne var ki, bu 3 kafadarın hızlıca boşalttıkları su şişeleri, birbirinden ilginç hikayelerini yaşamak üzerelerdi…
Son Şişe
Şişelerden sonuncusu, çocuğun çantasında eve gitti.
Çocuk kapıdan içeri girdiğinde, çantasını odasına koydu, üzerini değiştirdi ve açlığını bastırmak üzere mutfağa gitti. O sırada şişe, sessiz sakin çantada bekliyordu. Ardından odasına geri döndü, ödevlerini yapmak üzere çantasını açtı ve şişeyle karşılaştı. Hem şişeyi hem kitaplarını çantasından çıkardı. Kitaplarını çalışma masasına koydu. Şişeyi alıp, evin holündeki geri dönüşüm kutularına yöneldi ve plastik bölümüne attı.
Şimdi diyeceksiniz ki olmaz böyle uslu ve düzenli çocuk. Olur olur. Annesi bu konuda çok hassas olduğundan, bunu aile içinde bir alışkanlık haline getirmişlerdi. Kullanılan atıkları, aynı çöp kutusuna atmak yerine, kâğıt, plastik, metal ve cam olmak üzere 4 kategoriye ayırıyorlardı. Annesi bununla da yetinmeyip, önce kendi binalarında, sonra mahallede ve daha sonra belediyede geri dönüşümün etkin şekilde yapılması adına adeta bir akım başlatmıştı.
Annesi, bu hareketi önce evlerinde, 4 kişilik aile içinde başlatmıştı. Sonra hem kendi binasındaki hem civar binalardaki komşularını teşvik etmiş, muhtarla bir araya gelerek atık yönetiminin önemini defalarca anlatmış, cevval bir kadın olarak da taleplerini mahalle çapında bir eyleme dönüştürebilmişti. Bu da yetmedi, belediyeye defalarca gitti, çalmadık kapı, konuşmadık belediye görevlisi bırakmadı. İlk başta insanlar konuyu pek umursamasalar da, zamanla söylediklerini dinlemeye başladılar. Uğraştı, didindi belediye başkanına kadar çıkarak, bıkmadan usanmadan taleplerini yineledi ve atık yönetimi kendi ilçesi çapındaki bir uygulamaya dönüştü.
Artık bu davranış biçimi, bulundukları bölgede “normal” olmuştu. Hatta annesinin başlattığı bu hareket sayesinde, atık ayrıştırmaya dikkat etmeyen binalar için, belediye ceza kesmeye bile başlamıştı.
Peki çocuğun plastik şişesine ne olmuştu?
Belediye görevlileri, şişenin de içinde bulunduğu atıkları binanın belirlenen yerinden topladılar (bazı belediyelerde ise, atık toplama merkezlerine bırakılan plastik, kâğıt, cam gibi atıklar, buradan alınarak toplama aşaması gerçekleştiriliyordu – yakın örneklerde bakınız Kadıköy Belediyesi:
Toplanan bu atıklar, şehirdeki geri dönüşüm fabrikalarına götürüldü. Burada ilk yapılan ayrıştırma işlemi sonrası şişenin sevinci gözlerinden okunuyordu. Çünkü tanımadığı diğer tüm plastikler; ilaç kutuları, şampuan şişeleri, borular, oyuncaklar, streç filmler, poşetler, deterjan kutuları, kâğıt bardaklar, yoğurt kapları, her biri ait oldukları başka bölümlere gönderilmiş, şişeye kendi arkadaşlarıyla takılabileceği, sohbet edebileceği keyifli bir ortam kalmıştı.
Güzel bir sohbetin ardından, arkadaşlarıyla birlikte bir bant üzerine konuldu ve plastik kırma makinelerinden geçirilerek ufak parçalara ayrılmak üzere ilerledi. Bu korkutucu makinelerin içine doğru bir bilinmezliğe gidiyor olsa da, şişenin içini garip bir mutluluk kapladı. Sanki hayatı sona ermeyecek, erse de yeniden doğacakmış gibi hissetti. Ruhu, vücudunun en ufak zerresi bile ölmeyecek, yaşamaya devam edecekmişçesine bir ölümsüzlük hissi tüm bedenini doldurdu.
O an, sert bir makine darbesiyle bir anda un ufak oluverdi. Sonra bu parçalar eritilerek, sıcacık suda yıkanmaya başladı. Vücudunun her zerresi, kendinden bağımsız şekilde, suyun içinde oradan oraya savrulsa da şişe, küvette ılık suyla yıkanırken bir yandan sarı ördeğiyle oynayan bir bebek coşkusu içindeydi. Banyo keyfi bittikten sonra ayıcık kulakları olan bir bornozla olmasa da kurutulacak, eritilecek, kirletici maddelerden arındırılmak için filtrelenecek ve pelte haline getirilecekti.
Tüm bu aşamalar, onun için bir rüya tadında geçmişti. Zerreleri şu an ne durumdaydı? Toz parçalar halinde miydi? Neredeydi? Hiçbir fikri yoktu. Narkoz etkisinden henüz çıkmış bir hasta gibi biraz sersem, gözlerini açmaya çalıştı. Kendini zorladı, ellerini usulca hareket ettirip bedenini yokladı.
Nasıl yani?
Elleri mi?
Bedeni mi???
Gözleri şaşkınlıkla bir anda açıldı. Sandığı gibi hastanede bir hasta yatağında yatmıyordu. Ayaktaydı, hem de tek parça halinde. Hem de tertemiz ve etrafında binlerce arkadaşı. Hepsi sağlıklı, ayakta, gülerek ona bakıyorlardı.
Daha ne isterdi ki… O da gülmeye başladı: “Gerçekten ölümsüzüm galiba” dedi, mutluluktan ağlayası geliyordu. Yeni macerası başlamak üzereydi…
İkinci Şişe
Hatırlayacaksınız ikinci şişe, şampiyonluk kutlamaları ve eve dönüş zamanı dolayısıyla sokaktaki çöp kutusuna fırlatılmıştı.
Akşam vardiyasına başlayan çöp kamyonu, şişenin, içinde akşamı ettiği yol kenarındaki çöp kutusunu çöpçülerin yardımıyla kaldırdı ve içindeki çöpleri kamyonun deposuna anlık bir hareketle boşalttı. O an şişe neye uğradığını şaşırdı. Çünkü kamyonun deposunda, ezilmiş büzülmüş vaziyette bulduğu başka birkaç arkadaşı dışında tanımadığı birçok yabancı nesne de vardı. Üstelik üstü başı sırılsıklam olmuştu. Kamyonun beklenmedik darbesiyle altüst olan torbaların, yoğurt, deterjan ve metal kutuların içinden renk renk, vıcık vıcık sıvılar üzerine akıyordu. Bir an midesi kalkar gibi oldu ama neyse ki içinde istifra edebileceği herhangi bir şey yoktu.
Kamyon hareket etti, yol boyunca duruyor, yeni çöp kutularından, tanımadığı yeni nesneleri üzerine üzerine boşaltıyordu. Yoğun, zorlu ve cıvık bir yolculuğun ardından, kamyon kasası hareket etmeye başladı. Tam bu cıvık ortama alışabileceğini düşünürken yeni bir şokla karşılaşan şişe, bir an yeni bir macerayı atlatacak gücü kalmadığını düşündü. Ama yapacak bir şey yoktu. Diğer tüm çöplerle beraber, bir su kaydırağından aşağı inermişçesine milyonlarca başka çöpün içinde buldu kendini. Düşüşün sersemliğini hızlıca üstünden atıp, zar zor başını kaldırdı ve ucu bucağı olmayan bir çöp yığınıyla karşılaştı.
Daha 1000 yıl boyunca burada kalacağını düşündükçe içini bir umutsuzluk kapladı. Üstelik sadece üstüne bulaştığı için bile iğrendiği bu sıvıların, kendisi gibi doğal gaz ve ham petrolden üretilmiş diğer plastiklerle birlikte çözülerek toprağa ve havaya karışacağını, ortaya çıkan bu zehrin, bitki örtüsü ve hayvanları zehirleyeceğini ve büyük katliamlara neden olacağını da biliyordu. Duyduğu dehşet büyüdü, çaresizliği cabası…
Gelelim ilk şişenin garip ve macera dolu hikayesine,
İlk Şişe
Yetenekli ayakların, üstün oyun zekasıyla gole dönüştürdüğü, yol kenarındaki ufak derenin sularını sallandıran son şişe ise, sepetle nehre bırakılmış bir Musa edasıyla, akıntıda sürüklenmeye başladı. Suyun azlığı dolayısıyla arada taşlara takılsa da, azimle yoluna devam eden şişe, derenin buluştuğu daha büyükçe bir ırmağa karıştı. Şehir merkezinin hemen dışından akan ırmağın derinliği, az önce ayrıldığı cılız dereden daha fazla olduğu için, şişe herhangi bir taşa çarpma telaşı yaşamadan, deniz yatağında güneşlenen bir tatilci edasıyla kendini akıntıya bırakabildi.
Güneş kremi ve gözlüğü eksik olsa da, ırmak boyunca suyun ve güneşin tadını çıkaran şişe, sonunda denize karışıverdi. Yanılmıyorsa bu Marmara Denizi'ydi. “Vay be” dedi, “daha büyükleri de varmış”. Şaşkın ama bir o kadar keyifliydi. Deniz yatağının keyfi asıl şimdi çıkıyordu.
Günler günleri kovaladı. Önce Çanakkale boğazından geçti, ardından Ege’nin akıntıları onu güneye sürükledi. İyice güneye, Girit açıklarına indiğinde büyük rüzgarlar ve derin akıntılarla Akdeniz’de ilerlemeye başladı. Havasından geçilmiyordu. Akdeniz’i fetheden Barbaros Hayrettin mağrurluğuyla başı dik, gözlerini okyanusa çevirmişti. Malta benim, İtalya kıyıları senin derken İspanya açıklarından geçerek, sonunda Cebelitarık’a varmıştı bile. Büyük buluşmaya, aylardır hayalini kurduğu okyanusa karışmaya çok az kalmıştı. Ancak henüz her şey bitmemişti. Orada iki ihtimal onu bekliyordu. Şanslıysa, Kuzey Atlantik Okyanusu’nda 3,6 milyon km2’lik bir alanı kaplayan bir çöp adası oluşturmuş ve yeni katılımcıları bekleyen milyonlarca arkadaşına kavuşacaktı.
Fakat şansı yaver gitmez de takati tükenirse, okyanusun dibini boylayacaktı.
Kazaların çoğunun eve yaklaşırken olması ya da kapıya yaklaştıkça çişinizin bastırması gibi, o da hedefine kavuşmanın rehavetine kapılmış olacak ki, irice bir balığın burun darbesiyle kendini mavi suların derinliklerine bırakmak zorunda kaldı. Okyanusun dibine doğru ilerlerken iyice yıpranan bedeni parçalara ayrılmaya başladı. Bedeninden ayrılan bu mikro-plastikler, aşağılara erişen son güneş ışınlarını parıltılı şekilde yansıtmaktan memnun olsalar da, oradan hızla geçen bir balık sürüsünün midesine inmeleri saniyeler sürdü.
Balıklar, denizlerde parçalanan her plastik ve bu oyuna gelen her balık gibi, ondan ayrışan ufak parçaları da plankton zannederek afiyetle yemişler ve yanıltıcı bir doygunluk hissi yaşamışlardı. Denizlerdeki birçok balığın ölümü de zaten bu yanıltıcı durumdan kaynaklanıyordu.
Plastik parçalarını afiyetle midelerine indiren balık sürüsü, yanıltıcı da olsa karınlarının tokluğu ve sırtlarının pekliğinin verdiği sevinçle dans ederek, büyük bir uyum içinde batıya ilerliyorlardı. Ta ki, kuzey Amerika kıtasının güneylerinde bir balıkçı ağına takılana dek. Balıkçılar, ağlarını geminin içine çekti. Balıklar kıvrandı kıvrandı ve öldü. Gemi limana döndü ve balıkları, onları bekleyen toptancılara sattılar. Toptancılar da balıkları dünyanın farklı yerlerine gönderdiler. Hatta bir kısmı, dondurulmuş şekilde büyük gemilerle Atlas Okyanusu’ndan geçerek, İstanbul balık haline ulaştılar.
Hayat ne garip değil mi? Sen kalk, ta denizleri, okyanusları aş. Sonra aynı yoldan gerisin geri çıktığın yere getirsin seni…
Derken, akşam yemeği vakti gelmişti. Şişeyi yere atıp, muz orta açan çocuğun annesi mutfaktan seslendi. “Oğlum gel hadi, yemek hazır”. Çocuk, ödev yapmaktan bunalmış şekilde yerinden kalktı ve tabağın başındaki yerini aldı. Annesi, tavadan aldığı yemeği çocuğun tabağına koydu; “Baban işten gelirken balık almış. Kızarttım, yanına da salata yaptım. Soğutmadan ye”.
Çocuk pek balık sevmezdi, ama kurt gibi acıkmıştı ve balığı bir çırpıda midesine indirdi.
Ve Goooooool …
......................................................................................
Plastikler yaşamımız boyunca biyolojik olarak parçalanmaz, bunun yerine okyanusta devam eden, toksinlere yapışan ve besin zincirine balık, deniz kuşları ve diğer deniz yaşamı yoluyla giren küçük parçacıklara ayrılır.
Her yıl 12,7 milyon ton plastik atığın okyanuslara karıştığı tahmin ediliyor. Her dakika bir kamyon dolusu plastik…
Bu şekilde giderse, 2050 yılına kadar denizlerde balıktan çok plastik olacak.
Okyanuslarda, Türkiye yüzölçümünün iki katı büyüklüğünde plastik adaları yüzüyor.
1950'de dünyanın 2,5 milyarlık nüfusu 1,5 milyon ton plastik üretirken, 2018’de 7 milyardan fazla insan 345 milyon ton plastik üretti. Bu sayının, 2034'te iki katına çıkması bekleniyor.
1950'lerden bu yana yaklaşık 8,3 milyar ton plastik üretildi. Kabaca bir milyar fil veya 47 milyon mavi balina ağırlığına eşit...
Bu plastiğin sadece %9'u geri dönüştürülmüş, %12'si yanmış ve kalan %79'u çöp sahalarında veya çevrede sona ermiştir.
Açık okyanuslarda yüzen yaklaşık 5,25 trilyon makro ve mikro plastik parça olduğu tahmin ediliyor. Galaksimizdeki yıldız sayısının 500 katından fazla...
Plastikler, incelenen tüm deniz artıklarının %80-90'ını oluşturmaktadır.
Deniz kaplumbağalarının %100'ü, balinaların %59'u, fokların %36'sı ve deniz kuşlarının %40'ının vücudunda plastik bulunmaktadır.
Yılda 100.000 deniz memelisi ve kaplumbağa ve 1 milyon deniz kuşu plastik kirliliği nedeniyle ölmektedir.
Bir plastik şişe doğada 1000 yıl yaşayabilir. Deniz ortamında bu süre 450 yıl olmaktadır, zira plastik zamanla daha küçük parçalara ayrılır ve mikro plastik halini alır.
İnsan’ın tükettiği her 3 balıktan 1’inde mikro plastik bulunmaktadır. Peki bu bizim için ne kadar kötü? Deniz suyunda bulunan plastik bileşenleri endokrin bozulmasına yol açar ve kanser oluşturan kimyasalları emer. Bu da besin zincirinde insana kadar ulaşır.
Deniz temizliği neden önemli? Temiz oksijenin %70'i deniz bitkileri tarafından üretilmektedir ve denizdeki plastikler deniz bitkilerinin bu fonksiyonlarını engellemektedir.
Bir plastik torba ortalama 15 dakika kullanılır, ancak parçalara ayrılması 100 ila 300 yıl sürebilir.
2017 sanayi raporuna göre ABD'de yaşayan 1 kişi yıllık ortalama 390 torba kullanmaktadır. Yıllık kullanılan plastik pipet sayısı ise yaklaşık 63 milyardır.
Plastiklerde yaygın olarak kullanılan toksik kimyasallar sperm sayısında azalma ile ilişkilendirilmiş ve 2040 yılına kadar 5 erkekten 4'ünde kısırlığa neden olacağı öngörülmektedir.
Test edilen çocukların %97'sinin kan ve idrar örneklerinde toksik kimyasal ve plastik yan ürünler bulundu.
Şişelenmiş suyun %93'ü mikro plastik içerir. 9 ülkedeki 11 markanın toplam 259 şişe suyu incelenmiş ve her bir şişedeki su başına ortalama 325 mikro plastik parçacık olduğu tespit edilmiştir.
24 Alman bira markası test edilmiş, numunelerin %100'ünün mikro plastik içerdiği tespit edilmiştir.
Sadece içecek şirketleri yılda 500 milyardan fazla tek kullanımlık plastik şişe üretmektedir.
Kahve zincirleri her yıl 6 milyar plastik kahve fincanı üretmektedir.
Paketlenmiş gıda üretim şirketleri her yıl on milyarlarca torba cips satmaktadır.
2000-2010 yılları arasında üretilen plastik miktarı, geçen yüzyılın tamamında üretilen plastik miktarından fazladır.
Peki hiç mi iyi şey olmuyor? Sonraki yazıda…
üStü. Kalsın.
9 Mayıs 2020
İstanbul
KAYNAKÇA
Comments